Adına Türkiye denilen siyasi coğrafyada her politik gelişme döner dolaşır Tayyip Devleti ile Kürdistan Devrimi arasındaki mücadeleye yazılır. Zira politika güç işidir ve bu güç devletlüde Erdoğan’da ifadesini bulurken ezilenler cephesinde de Kürdistan Özgürlük Hareketinin temsiliyetiyle varlık kazanır. Devletin, içinde kalanıyla ya da dışına düşeniyle bütün parti ve kurumlarının, Kürt hareketine ve onun bileşenlerine karşı savaş açması bundandır. Hangi politik vesileyle olursa olsun Kürdistan Devrimi’nin Tayyip Devleti’ni küçültmesini istemiyorlar, haklılar da. Devrimdense kanlı-bıçaklı oldukları Tayyip Devleti’ni bin defa tercih ederler.
Bir aktüel politik süreç olarak 31 Mart yerel seçimleri de, ancak bu denklemin içerisinde değerlendirilmelidir. Kaldı ki hali hazırda devlet de böyle değerlendiriyor. Onun bütün amacı Kürdistan Devrimi’nin ağırlığını azaltabilmek, esasen bu hareketi yok etmektir. Ve bunu başarma potansiyeli olan yegane özne Erdoğan’dır. Bu yüzden açık ya da örtülü tüm devletliler bir kez daha Erdoğan’ın arkasında hizalandı. Tayyip Devleti, 31 Mart akşamında Kürdistan Devrimi’nin seçim başarısını engelleyebilmek için her yola başvuracaktır. Bunu sandık aracılığıyla başaramazsa, Tayyip Devletinin sancağını Kürdistan belediyelerinde dalgalandıracak olan kayyımlar hiç vakit kaybetmeyecek...
Kürdistan Devrimi de benzer bir politik kaygıya sahip. Temel seçim taktiğini Tayyip Devleti’nin varlık sahasını daraltmak olarak belirlemiş durumda. Ancak bu kudretli devrimci hareket bir noktayı kaçırıyor. Tayyip Devletinin alanını daraltmak isterken kendi devrimsel ağırlığını hiçe sayıyor. “Baş düşmanı” etkisizleştirmek isteyen Kürdistan Devrimi, kendisine ait devrimci varlık sahasını, “bir seçimlik” de olsa kendi varlığına göz koyanlara sessizce terk ediyor. Ancak bu yazı bağlamında konumuz bu değil. Kürdistan Hareketi’nin seçim taktiği yanlışsa da, bu, tarihe ancak bir dipnot olarak yazılacak, devlet ve devrim arasındaki mücadelede önemli ama telafisi mümkün “sıradan” bir yanlış olarak kabul görecektir. Cehennemi ateşlerden çıkmayı başaran bir özne için, üzerine çok söz tüketilecek bir durum yok.
Durumu özetleyelim ve devam edelim. 31 Mart yerel seçimlerinde devlet ve devrim bir kez daha sandıkta karşılaşıyor. Ne devletin amacı hizmet belediyeciliği, ne de devrimin amacı sosyal belediyecilik. Her iki taraf da hasmına daha güçlü yumruk sallamanın imkanlarını arıyor. Politik güç olmanın yegane pratik karşılığı da budur zaten. Eğer güç olarak varsan her şeyi yumruk atmanın vesilesi haline getirebilirsin. Yok, eğer politik bir güç değilsen, yüzlerce belediyen de olsa devletin karşısında devrim adına varlık hakkı kazanamazsın.
Hepimiz Kürdistan Devriminin Gemisindeyiz
Lafı uzatmaya gerek yok. Hepimiz aynı gemideyiz. Dümeninde Kürdistan Hareketi’nin olduğu geminin içerisinde yol alıyoruz. Ve gemi herhangi bir vesileyle devletin darbeleri karşısında su alırsa ilk önce canından olacak “yolcu”lardır. Kaptan, fırtınalı denizlere alışık. Ya “gemisini kurtaracak”, ya da “gemiyi en son terkeden” olacaktır. Bu, her yerde aynı gerçektir. Görüntü itibariyle farklı siyasi öznelerin taraflaşması olsa da, esas olarak Kürdistan Devrimi ile Tayyip Devleti çarpışacaktır. Bu, unutulmaması gereken veri olarak bir kenara kaydedilmeli.
Ancak yerel seçimlerin politik muhtevası böyle olmakla birlikte, Dersim’de, bir tarafında Kürdistan Devrimi diğer tarafında ise Kaypakkayacı geleneğin önemli bir öznesinin yer aldığı kötü bir saflaşma yaşanmış oldu. Her iki taraf da kendi adayları ile seçimlere katılacak ve devrim adına kitlelerden “oy “isteyecek. Süreç şimdilik tarafların birbirlerine dönük eleştirileri ile devam ediyor.
Baştan söylemekte yarar var. Bu satırlar, Kürdistan Devrimi’nin varlığı olmadan, konu yerel seçimler dahi olsa, hiçbir devrimci akımın “zafer” kazanamayacağını savunuyor.
Ancak uyaralım: Kürdistan Devrimi’nin tarafında yer almak, başka bir devrimci öznenin varlığını liberal salvolarla sıkıştırmak anlamına gelmez. Özellikle Kürdistan Devrimi’nin saflarından, daha doğrusu kendilerine devrimin politik şemsiyesi altında yer bulan liberaller tarafından Kaypakkayacı geleneğe yöneltilen kimi eleştiriler de bu bağlamda kabul edilemez.
Öyle ki liberaller, Kaypakkayacılara “düşman politikalarına hizmet ediyorsunuz” diyecek kadar kantarın topuzunu kaçırmıştır. Ya da şöyle söyleyelim; aşırı bir durum yok, bu, liberallerin ideolojik dokusunda verili “normal” bir tepkidir. Lakin dost-düşman herkes bilir ki, Kaypakkayacılar devlete ve devletçi ideolojiye esaslı bir neşter atmayı başaran özgün bir geleneğin takipçisidir. Ve Kürdistan Devrimi’nin eteklerine tutunarak kendisine yer açmaya çalışan liberallerden bin kat daha devrimci, ve Kürdistan Devrimi’ne bin kat daha dosttur. Bu tür şekilsiz eleştiriler sessizlikle karşılandığı sürece, yaşanan yalnızca devrimcilik erozyonu olacaktır. Öyle ya da böyle, Kaypakkayacı bir geleneğin, kendi öz gücüne dayanarak politika yapma hakkı vardır ve “Maoistler” bu haklarını kullanmıştır. Bu dakikadan sonra, Kürdistan Devrimi ve onun bileşenlerince yapılması gereken devrimci yoldaşlık zeminini tahrip etmemektir. Bu konuda Kaypakkayacı gelenek oldukça ihtiyatlı gözüküyor.
Unutulmasın; Dersim belediyesinde ayrı düşmenin beş paralık kıymeti yok. Yeter ki dağlarımız ayrılmasın...
Sosyalist Belediyede Nohut Üretmek ya da Devletliye Kafa Tutmak
Yerel seçim politikasında söz konusu Kaypakkayacı gelenek önemli ölçüde darlığa düşmüş, politikaya Ovacık’tan bakmış, devlet ve devrim arasındaki savaş düzeyini kavrayamamıştır. Kudretten düşmüş politik varlığını, devletle göğüs göğüse çarpışan kudretli bir devrim hareketinin karşısına çıkarmakta beis görmemiştir.
Devlet ve devrim arasındaki ilişki Lenin’den bu yana tarif edilmiş bulunuyor. Devletin ne kadar karşısındaysan, dahası karşısında olduğun bu düşmana ne düzeyde şiddet uygulayıp güçten düşürüyorsan, o ölçüde devrimcisindir. Kaba bir tanım, ama bu denklemi çözmede işimize fazlasıyla yarar. Çünkü devrimciliğe anlam kazandıran yegane ölçüt, devleti ne kadar sıkıştırabildiğinden fazlası değildir.
Ancak “Maoist”lerin benimsemiş olduğu seçim politikası devlete bakmadan, onun ne yapmak istediğini analiz etmeden ya da tüm bunları gerçekleştirerek yine de bunlara rağmen oluşturulmuştur. Öyle olmasaydı, Dersim Belediyesinde zorla dalgalandırılan Tayyip Devleti’nin sancağını yere çalarak yeniden Kürdistan sancağını dalgalandırmaya uğraşan Özgürlük Hareketiyle böylesi bir saflaşma tercih edilmezdi, edilmemeliydi.
Mesele yalındır. Tayyip Devleti en büyük düşmanı Kürdistan Devriminin etkisini kırabilmek adına Dersim Belediyesine saldırmıştır. Ve ülkede Tayyip Devletine kafa tutabilecek Kürdistan devriminden başka güç yoktur. Tayyip Devleti yalnız ve yalnızca bununla ilgilidir. Yoksa bu belediyelerde yaratılan “halkçılıkla, üretim zenginliğiyle, sosyalist projelerle” şimdilik bir hesaplaşması söz konusu değil. Devlet, belediyelerde ne yapıldığıyla değil, kimin olduğuyla ilgileniyor.
Halkçılık anlamında Kürdistan belediyelerinden fersah fersah ileride olan Ovacık Belediyesi yerli yerinde dururken büyük çaplı rant projelerini tereddütsüz imzalayan Kürdistan Belediyeleri’nin kayyımlarla işgal edilmesi tam da bu yüzdendir.
Devlet nohut üretimindeki organiklikle, kolektif tarımın üretim bolluğuyla, ya da öğrencilere verilen burslarla ilgilenmiyor. O, yalnız ve yalnızca kendisine yumruk sallayan devrimci öznenin güç kaybetmesini arzuluyor. Eğer karşısında kendisine yumruk sallayabilecek kimse yoksa, muhtarlıkların ya da belediyelerin birer “sosyalist prototipe” dönüşmesinden zerrece korku duymuyor. Düşman çok iyi biliyor ki, kendisini vurmayan sosyalizmden korkulacak bir şey yoktur.
Bu hususta “Maoist”lerin çelişkisi elbette daha yapısaldır. Zira bu devrimci gelenek uzun bir süredir devlet karşısında varlık gösteremiyor, devrimciliğini yeniden üretmekte zorlanıyor. Burada devrimcilikten kast edilen devletin şiddet tekeline yönelmektir. “Maoistler”in devrimcilik krizi buradadır ve bu kriz onları politik güç denkleminin dışına fırlatmıştır. Devrimciliğin varlık krizi yaşadığı yerde ise yerel seçim siyaseti, sosyalizmci bir muhtarlığın ya da belediyeciliğin sınırlarında dolaşmak anlamına gelir. Devletin şiddet tekeline yönelmeyen ya da yönelemeyen bir siyasal özne, kazandığı belediyede sosyalistlik yapar, halkçı olur, demokratik olur ama devrimcilik üretemez.
Tersini söyleyenler çıkabilir ama yanlıştır. Yerel seçim çalışmaları örgütsel büyümeye olanak sağlasa da, bu taktik aracılığıyla devlete karşı silah çatan bir örgütlenme yaratabilmek olası değildir. Yasal olanakları kullanmak, gelişkinliği ölçüsünde, Kürdistan Devrimi için zorunlulukken, Türkiyeli devrimciler için bu taktik, devrimciliğin dışına sürükleyen reformcu bir prangaya dönüşebilir.
Ayrıca “Maoistler”in yerel seçim siyaseti başkaca bir politik eleştiriyi daha hak ediyor. Sosyal-şovenizmin en önemli temsilcisi TKP, “Maoistler”in varlığıyla Kürdistan’da siyaset yürütüyor. TKP’nin kim olduğunu ne burada yazmaya ne de Kaypakkayacı devrimcilere anlatmaya gerek var. Kaypakkayacı geleneğin külliyatı bu konuda belki en zengin külliyattır. Ve bunun vebali de ne yazık ki “Maoistler”in omzundadır.
Bu borç listesine Dersim’de etkisini sürdüren sosyal şovenizmi de ekleyebiiriz. “Maoistler” yanlış zeminde bir ayrışma yaratarak sosyal şovenizme nesnel bir varlık sahası kazandırmıştır.
Kaypakkayacılar Kazanırsa Devrim Kazanır mı?
Artık olan olmuş, bir devrim hareketi ile bir devrimci gelenek tercih etmeyeceğimiz biçimde karşı karşıya gelmiştir. Kürdistan Hareketi bu mücadeleden galip çıkarsa Tayyip Devleti’ne Dersim’de bir de bu vesileyle şamar atmış olacak. Devrimcilerin ayrışmasından yararlanarak CHP kazanırsa belediye binasında devletlinin başka bir bayrağı dalgalanmaya devam edecek.
Kaypakkayacılar kazanırsa mı? Doğru; bu durumda devlet galebe çalmamış olacak. Peki devrimin kazancı? Onun kazanımını belirleyecek tek ölçüt üretilen “halkçı nohutlar değil”, bu devrimci geleneğin devlete (askeri-politik varlığıyla) yönelme düzeyi olacaktır.
Teori ve Politika dergisi / Fırat Dicle
0 yorum:
Yorum Gönder