29 Mayıs 2017 Pazartesi

Fetih Ve Medeniyet

0 yorum
I– Fetih Bir Memleketin mi? İnsanlığın mı?

İstanbul’un Fethini sırf bir Müslümanlık ve Hıristiyanlık savaşına bağlamak, en az beş yüz yıl evvelki kafa ile düşünmek olur.

İstanbul’un Fethi; bir dinin öteki dine karşı zaferi değil, ilerlemenin gerilemeye karşı zaferidir.

Din, kadim savaşlar için başta gelen bir bayraktır. Ama, sade bir bayrak... Bugün de bayrak, harbin sebebi değil, dövüşen ülkülerin elle tutulur sembolüdür. Fetih savaşlarındaki dinî esbâb-ı mucibeler [gerekçeler] kimseyi aldatamaz. Din gayretleri, çelişkili tarih hengâmelerini [kargaşalarını] güden derin maddî kanunların satıhta yüzen [yüzeyde görünen] sembolik anlatımlarından ibarettir.

Onun için, ancak medeniyet tarihinin bütünlüğünü kavramayanlar, İstanbul’un Fethini bir Müslümanlık ve Hıristiyanlık çarpışması derecesinde küçültebilirler.

Gerçekte, İstanbul’un Fethi, her şeyden evvel bir insanlık ve medeniyet hamlesidir. Arapça’da “Fetih” sözü güzel bir tesadüfle: “Açmak” anlamına gelir. İstanbul’un Fethi de o zamanki insanlığı bir çıkmazdan kurtarmış, medeniyete yeni ufuklar açmıştır. İstanbul’un Fethi, tarih yolu üstüne kâbus gibi çökmüş bir cesedin (Bizans engelinin) kaldırılması, Bizans çöküntüleriyle tıkanmış medeniyet yollarının -Yalnız Müslümanlara, Yalnız Türklere değil- Tüm İnsanlığa yeniden açılmasıdır. Açılış biraz acıklı mı olmuştur? Mümkün. Fakat o zaman ölüleri böyle kaldırmak âdetti.

Demek, İstanbul’un Fethi, yalnız Türklerin değil, bütün dünyanın kutlayabileceği, kutlamakta haklı -hatta bir dereceye kadar, insan olarak görevli- sayılabileceği büyük Tarihsel Devrimlerden biridir.

II– Fetih Zorla mı? Gönülle mi?

Bizzat İstanbul’un Fethine yakından bakalım. Orada Hıristiyan-Müslüman bütün geniş halk yığınlarının, adeta farkına varmadan, hatta belki istemeyerek, elbirliği ettikleri görülür. Fetih açılmak manasına gelince: İstanbul’un açılışı hem içeriden, hem dışarıdan olmuştur. İstanbul’un kapıları, dışarıdan genel olarak Türkler ve Müslümanlar, içeridense Hıristiyanlar ve Museviler eliyle açılmıştır.

Bu gerçeği bize en iyi anlatan Osmanlı belgesi, Fetva derecesinde yetkili bir hükümdür. Hicri 945, Milâdî 1538 yılında, yani fetihten 75 yıl sonra, Kanunî Süleyman zamanında ortaya nazik bir dava çıkıyor:

İstanbul zorla mı alındı? Barışla mı?

Gerek İslâm, gerekse genel olarak göçebe geleneğinde: Bir şehir, ya Zorla (An’veten) yahut Barışla (Sulhen) ele geçirilir. (An’veten) yani zorla zapt edilen şehirde bütün başka din mensupları kılıçtan geçirilir veya köle gibi satılır; yabancı din mabetleri yok edilir. Halbuki fetihten sonraki İstanbul’da Hıristiyanlarla Yahudiler tamamen hür yaşıyorlardı, kiliselerle havralar ayakta duruyordu.

Neden İstanbul’daki gayri Müslim tapınakları yıkılmıyor?

Neden Müslüman olmayanlar köle edilmiyor?

Kanunî devrinde bu sorular zihinleri öylesine tutuşturmuş ki, alevler meşihat [şeyhülislamlık makamı] saçağına kadar yükselmiş: Ve bunun üzerine, Padişahların bile önünde eğildikleri fetva yoluna gidilmiş. İnkılâp Müzesinin 88 numarasında kayıtlı: “Kanun-u muteber der-zaman-ı Süleyman”(1) elyazması (Kaleme alınışı: Hicrî 988, Milâdî 1580) Ebussuud’un şu fetvasını tespit ediyor:

“MESAİLİ ŞETİY (AYRIŞIK MESELELER):

Merhum Sultan Mehmet Han Mahmiye’i İSTANBUL (2) ve etrafındaki KARİYELERİ [köyleri] an’veten fetheylemiştir.

ELCEVAP:

“Marufolan [yaygın olarak bilinen] an’veten fetihdir. Ama, kenaisi kadime hali üzere ipkaolunmak [kiliselerin eski haliyle yerinde bırakılması] sulhen fethe delâlet eder [gösterir]. Sene-i Hams ve Erbain ve Tis’a mie(3) tarihinde bu husus teftiş olunmuştur [araştırılmıştır]. 110 yaşında bir kimesne [kimse] ile 130 yaşında bir kimesne bulunup Yahudi ve Nasara [Hıristiyan] taifesi [topluluğu] elaltından Sultan Mehemmet Han ile ittifak edip Tekfure Nusret [yardım] itmiyicek olup Sultan Mehemmet dahi anları sebyetmeyip [esir almayıp] malları üzerinde mukarrer idicek [karar verecek] olup bu veçhile [yolla] fetih oldu deyu müfettiş muhzirinde [huzurunda] şehadet [tanıklık] idüp bu şehadet ile kenais-i kadime [eski kiliseler] hali üzere kalmıştır. Ketebehu [yazan] Ebussuud”

Demek, İstanbul yalnız Müslümanın zoru ile değil, aynı zamanda Hıristiyan halkın gönlü ile feth edilmiştir.

Gerçekten, Fatih devrinin Türkleri, zamanımızın Atom bombası kadar müthiş görünecek, yeni teknik keşiflerle İstanbul surları önüne gelmişlerdi. Macar mültecisi Urban, o zamana kadar görülmedik topu dökmüştü. 60 öküzle ve iki bin insanla iki ayda Edirne’den İstanbul’a gelen bu topun çevresi 9, çapı 3 kademdi(4) [112.5 santimetreydi], sesi 30 milden işitiliyordu. 1200 okka çeken granit güllesi bir mil uzağa düşüp, 6 kadem derinliğinde toprağa gömülüyordu.

Fakat, bazı manidar noktaları unutmayalım:

l- Macar Urban, ilkin Bizans hizmetinde idi. Osmanlılar, onu Bizans’tan kendilerine çekmeyi bildiler. Çünkü, ilerleme beri taraftaydı. Bizans geriliğe batmıştı.

2- “Rumların da topları vardı.”, “Yalnız cephaneliklerde barut azdı.” (Ahmet Refik, Bizans Önünde Türkler, s. 402) ve Bizans topları, kullanılması pek becerilemediği için, geri teperken kendi surlarına zarar veriyordu.

Demek Bizans’ta eksik olan top değil, insan imanı idi.

3- Nihayet, bütün dehşetine rağmen Urban’ın “Şahî” adlı topu, Bizans’ı fetheden şey olmadı. “Bir gün patladı. Mucidini de, zabitlerini [subaylarını] de öldürdü”. (a. g. y., s. 402)

Osmanlılar, top tekniğinden başka, yaman bir ahşap kule de kullandılar. Lâkin, bir sabah, kulenin geçmesi için doldurmuş bulundukları hendeğin yeniden boşaltılmış olduğunu görünce şaşırdılar. Gene Osmanlılar yeraltı yolları ile surların altından geçmeye çalıştılar. Lâkin bir Alman, Bizans tarafında dahi dehlizler açıp, Rum ateşiyle Türkleri karşılamayı akıl etti. Osmanlı donanması, Haliç zincirini kıramayınca, karadan Haliç’e aştı. Lâkin, bu daha çok manevî tedhişe(5) yaradı.

Bütün tarihsel değişmelerde bu böyledir, İstanbul’un Fethinde de yalnız başına teknik unsur, yetici bir kuvvet olamamıştı. Bütün mesele o tarihsel savaşta, iki taraftan hangisinin insan gönüllerini kazandığına gelip dayanıyordu. İnsan meselesinde Bizans yaya kalmıştı. İnsanı Türkler cezbediyordu. Bu cazibe elbet Bizans hükümdarına karşı açıkça itiraf edilemezdi. Ancak, Ortaçağ yığınlarına has bâtıl itikatlar [boş inançlar] şeklinde belirtiler veriyordu. Kuşatma günlerindeki Bizans’ın halk psikolojisini tarih şu satırlarla anlatır:

“Bazen ortaya bir takım şayialar [yaygın söylentiler] çıkıyor, gökten bir emir geldiği ve bu emirde Türklerin şehre girmelerine mümanaat [engel] olunmaması, hattâ Jüstinyanüs sütununa kadar bırakılması, orada bir melek zuhur ederek kendilerini perişan edeceği ağızdan ağıza geziyordu. Bu şayialar Bizans’ı müdafaa için silâha sarılmak istemeyenleri memnun ediyordu.” (a.g.y., s. 398)

O zamanın insanı, iç güdülerine başka dil bulamıyordu. Bu hali sözde “Bizans ihaneti” ile izah etmek, büyük tarih olaylarını, küçük hilekârlıklara indirgemekten farksızdır. İhanet, yüzeyde görülen şeydir. Asıl derin sebepler: Bizans toplumsal düzeninin halk için dayanılmaz hale gelmiş bulunmasında gizlenir. Ezilen Bizans Halkı, Dini ayrı Osmanlı Türklerinde adalet ve insanî kudret sezmiştir. Bizans rejiminin baskısı, halk için dâfia [itici] rolü oynamış; Osmanlılığın getirdiği yeni düzen, bunalan halkı cazibe kuvveti gibi çekmiştir.

Ve bir gün, en kritik anda, Bizanslı insan, şehir surlarının o aşılmaz kapılarından birini, görünmez elleriyle, ansızın, Kostantin’in arkasından Türklere açıvermiştir.

III- Kadim Toprak Davası

İstanbul’un Fethine, Müslüman olmayanlar neden taraftardılar?

Nasıl oldu da aynı İsa dinli Papa’nın Katolikliği ile bir türlü kaynaşamayan Bizans Halkı, can düşmanı Müslümanlarla “El altından ittifak” ediverdi?

Bu çelişkili görülen gerçeği, Hıristiyanların güya şaşkınlığı ile yorumlamak, en hafif manasıyla şaşkınlığın tâ kendisi olur. Gerçek tarihte, şaşkınlıklar ve yanlışlıklar aramak bilim dışı bir kuruntudur. Tarihte en kör tesadüf saydığımız olaylar bile, son duruşmada, önüne geçilmez: “Tunç kanunlar” icabıdır. Bizans çelişkilerinin iç yüzünü idare eden kanunların başlıcaları, Kadim Çağların Toprak Meselesine dayanır.

Bizans 10-11’inci yüzyıllar arasında en parlak devrini yaşadı. 11’inci yüzyılla beraber derebeyileşmeye başladı. Derebeyileşme, köy topraklarının mütegallibe [zorbalar] eline geçmesi demektir. Toprağı tekeline alanlar, toprak vasıtası ile geçinenlerin hayatları kadar, devlete de hükmettiler. Derebeyileşmenin ilk tepkisi, merkezî devletin can damarını tıkamak oluyordu.

“Arazinin kamilen [tümüyle] kilise ve manastırlara geçmesi hazinenin varidatını [gelirlerini] azaltıyordu. Rahiplerin imtiyazı orduyu kuvvetsiz bir hale getiriyordu.”

Bunun üzerine, bütün kadim imparatorluklarda adeta “tekerrür” eden fasit daire [kısır döngü] harekete geçti. Gelire susayan:

“İmparatorlar, ahalinin vergisini arttırmaya başladılar. Kilise ile bazı imtiyazlı sınıflar vergiden muaf oldukları için bütün yük köylü ile esnafa yükletildi.” (SCH. DİEHL, “BYZANCE. Grandeur et Decadance” ve St. Rumciman, “La Civilisation Byzantin” eserlerinden özet: Ş. B., Ül. 79, Temmuz 1939, s. 410)

Derebeyileşmenin yarattığı çelişkiler, yalnız alt tabakaları ezmekle kalmaz. Üst imtiyazlı zümrelerin dahi tepişmelerine yol açar. Derebeyilerle merkezî Kral arasında çarpışmalar alır yürür.

“Osmanlı imparatorluğu kurulurken bu mücadele son safhasına [evresine] varmış. Beyler lehine neticelenerek büyük bir kısım toprakların mülkiyeti ile birlikte, devlete ait nüfuz ve salâhiyetlerin [yetkilerin] de malikâne sahiplerinin ve kiliselerin eline geçmesini mucip olmuştu [gerektirmişti].” (Zahariae: Boissonadde’den nakil. Ö. B., Ül. 61, Mart 1938)

Osmanlı yıldızının parlaması böyle bir fırsat çağında başlar.

“Osman Bey zamanında Bizans imparatoru, ikinci Andronikos’tu (1283-1338). Andronikos, sekizinci Mihail Paleologos’un oğlu idi. Zamanında Anadolu perişan bir halde idi Babası Mihail’in devrinde Anadolu’nun Vitinya (Trabzon vb.) ve Firikya gibi dağlık yerler arazisi vergiden muaftı. Buna mukabil [karşılık] onlar da yerli asker teşkil ederler, memleketin müdafaasına yardım ederlerdi.

“Mihail, hazinenin zaruretini [sıkıntısını] görünce, kumandanların aylıklarını kaldırdığı gibi, onlardan fazla vergi de almaya başladı. Keza ahalinin de vergilerini arttırdı. O derecede ki, vilâyetler, artık hükümete imdat şöyle dursun, kendilerini bile müdafaadan aciz kaldılar.” (Ahmet Refik, Bizans Karşısında Türkler, İstanbul 1927, s. 22-23)

Yâni, Vitinya (Trabzon vs.) ve Firikya (Bursa ile Konya) Bizans’ın en hassas noktaları haline gelmişlerdi. Osmanlılar da, tam bu kaynaşma noktalan üzerine binmiş bulunuyordular.

Böylece, zamanın dünya medeniyetini temsil eden Bizans İmparatorluğu; geniş halk yığınları için çekilmez işkence; üst tabakalar için de huzursuzluk kaynağı olmuştu. Bu şartlar altında, Osmanlı akınlarını yalnız Hıristiyan kara halk hoş görmekle kalmadı; bizzat Bizans Tekfurlarından da Osmanlı hareketine katılmalar sıklaştı. İlk Osmanlı hamlelerinin siyasî akıl hocası ve dışişleri bakanı durumunda olan şahıs Köse Mihaldi. Rumeli fetihlerinde Evrenos Beyler: Türk İlbleri (Şövalye-Gaziler) ile yan yana zafere koştular, İstanbul Fethine öncül olan Güzelce Hisar’ı başta Zagnos Paşa kurdu. İstanbul kuşatmasında Kayser’in barış teklifine Veziriazam Halil Paşa taraftar iken, bu teklife karşı koyan, kuşatmaya devam işinde Fatih’i ikna eden gene aynı Zagnos oldu.

Tarihte hep öyledir; Maddî sebepler bir defa yolun ana hatlarını çizdi mi, o yolda gereken manevî unsurlar hemen baş gösterir. Nitekim, sübjektif olarak, ortada hâlâ bir Hıristiyanlık ve Müslümanlık gayreti vardı. Ama, objektif durum, tarih sahnesinde rol oynayanların başı üstünden, insanlığın yazgısını geliştirmekte Hıristiyan’ı Müslüman’a yardımcı ediveriyordu. Bunun en parlak örneğini, Müslümanlara karşı Haçlı seferi için gelen Katalanların, sonra Bizans’a hücum etmeleri verir.

Kendilerine “Mağribî” de denilen Katalanlar, Roje de Flor kumandasında, Bizans İmparatoru emrine girmişlerdi. Aydın, Menteşe, Saruhan, Karasi ve Karaman Oğullarına karşı zaferler kazandılar. Bu sefer Andronikos ürktü. Bulgarların Bizans’a hücumlarını bahane, ederek, Katalanları parçalamaya yeltendi.

“Katalanlar, İmparatorun maksadını anladılar. Türklerden aldıkları yerleri kâmilen [tümüyle] tahrip ettiler. Ordularını parçalatmamak ve Bizans’a erzak vs. göndertmemek için Çanakkale Boğazını tuttular, Gelibolu’ya yerleştiler. Daha sonra, Rumların hud’alarından(6) dilgir [kırgın] oldular. Onlara karşı en müthiş muharebelerde bulundular.” (Ahmet Refik, a. g. y., s. 25)

Bizans, Katalanların reisi Roje’yi öldürdüğü vakit, Gelibolu’da yapılan toplantıda, Katalan reislerinden Beranje şöyle bağırdı:

“Anadolu’yu silâhımızın kuvvetiyle Türklerin (Derebeyileşmiş Selçuk saltanatı artıklarının demek istiyor) zulmünden kurtarmaklığımız bizim için ne derece ebedî bir şan ve şeref bahşedecek ve namımızı en uzak haleflerimize [ardıllarımıza] kadar intikal ettirecek [geçirecek] kadar bir hadisedir. Bunu bize bu mertebe [derece] narevâ [yakışıksız] muamelede bulunan Rumların da hayretle takdir etmemeleri gayri kabildir [olanaksızdır]. Bu hayınlar, şimdi muzaffer kollarımızın kuvvetini anlasınlar.”

Kızışma en çok Fatih’in dedelerine yaradı. Osmanlı Türkleri:

“Katalanların Gelibolu’ya yerleşmelerinden l sene sonra Bizans’a karşı yapılan muhacemelerden [saldırılardan] istifade etmeye başladılar.” (Ahmet Refik, a. g. y., s. 26)

“Türkler Katalanlarla beraber Marmara sahillerini kamilen [tümüyle] elde ettiler. Bu suretle, Trakya Anadolu’dan geçerek Türkler için büsbütün açıldı.” (a. g. y., s. 30)

IV– Toprak Davasının Halli

Müslüman, Hıristiyan herkesin Bizans’ı neden yıkmak istediğine işaret ettik.

Nasıl oldu da, Bizans itici kuvvetinden kaçanlara, Osmanlılık cazibe teşkil etti?

Bunu bir maddî, bir de manevî, iki cepheden gözümüzün önüne getirebiliriz.

Osmanlılığın, Hıristiyan halk yığınlarına hoş gelmesi, her şeyden evvel Bizans’ta kör düğüm olmuş toprak ilişkilerini kesip atıvermesinden ileri gelir. Osmanlılar, Bizans ilişkilerini yıkmakla kalmazlar. Onun yerine temiz göçebe ruhunu kaybetmemiş yepyeni bir Toprak Düzeni de kurarlar. Bu yenilik Dirlik Düzenidir.

Ayrıntılara giremeyeceğiz. Yalnız, Dirlik Düzeninin Osmanlılıkla beraber başladığını, daha doğrusu, Osmanlılığın temeli olduğunu hatırlatalım. İlk Türkçede Kanun demek, Mirî toprak demektir. Toprak kanunları 1302’lerde başlar. Osman (İlb, Şövalye) gaazinin İstiklâl yılı ise, 1300’dür. (“Kavaaniyn-i Kadiyme-i Osmaniye”, El Yazması, İnkılâp Müzesi, No: 133)

Kanuna göre, Osmanlı bir yeri zaptetti mi, orada önce ‘‘Tahrir” (istatistik) yapar. Sonra, Mirî toprağı çift-çiler arasında “Taksim” eder. “Çift” sözü: Her yıl ekilen ve ürün veren iki öküzlük arazi demektir. Reayâya bedava verilen toprak miktarı, genellikle, birer “Bütün çift”tir. Bütün çift, toprağın verimlilik derecesine göre 70 ile 150 dönüm arasındadır. Onun için, topraklar, Hâssa, Evsat, Edna diye üç dereceye ayrılır:

Bu taksimde ne yaman bir eşitlikçiliğin hüküm sürdüğüne dikkat edilsin: Toprağın verimi arttıkça, dönümü azalıyor ve bütün çiftçiler hemen hemen mutlaka aynı ürünü alıyorlar. Böylece Osmanlılar fark iradı meselesini halletmişlerdir.

Mirî topraklardan alınan vergi “arzın tahammülüne göre”: İlk zamanlar 1/8 i geçmeyen Öşür (Haracı Mukaseme) ile, iki ilâ beş dönüme bir akça düşen çift akçası (Haracı Muvazzafa)’dır. Çift akçası, askerlik yapmayan reayadan alınır. Ve toprağın kalitesine göre yılda 25-40 akçeyi bulur.

Sonradan, Osmanlı toprakları da, Bizans usulü derebeyileşince vergilerin oranı ve çeşitleri boyuna artıyor. Fakat, ilk zamanlar bütün vergiler bunlardan ibaretti. Toprak bire beş, on ürün verirken köylüler sekizde bir aynî vergi verince, Tekfur çapuluna alışmış Bizans köylüsü için bu, nimet sayılırdı. Çift akçesi de dönüm başına bugünkü para ile 4-5 kuruş tutarındadır. İkinci Dünya Harbinden evvel kıraç toprağın dönümünden 40-50 kuruş arazi vergisi alındığına göre, zamanımızla karşılaştırma bile mümkündür.

Osmanlı toprağında birinci insan: Çiftçi ise, ikinci insan: Eşkinci veya Dirlikçi adını alan Sipahidir. Dirlik tâbiri, Karolenjiyen Fransa’sındaki Benefice’in tam karşılığıdır. Dirlikçi, kendi maaşını çiftçilerin vergilerinden toplayıp çıkarır. Dirlikçiye (Sahib-i arz) adı da verilir, ama, gerçekte o, toprağın hiçbir şeysine sahip değildir. Mirî Toprağın tasarrufu: Doğrudan doğruya köylünündür. Mirî Toprağın Mülkiyeti ise hiç kimsenin değil, Beytülmal’in, yani tüm Müslümanlar topluluğunundur. Mirî Toprak Padişahın dahi mülkü değildir. Kim çalışırsa onun tasarrufuna girer.

O halde, dirlikçilerin rolleri nedir?

Bir kelime ile toprağın işletilmesini ve asayişini gözlemektir. Bir çift “Münhal” [boş] oldu mu, onu boş bırakmayıp ehline, “Tapu” hakkı olarak vermek dirlikçinin iktisadî vazifesidir. Çiftçilerin barış zamanı itten uğursuzdan, harp zamanı dış istilâlardan korunmaları Dirlikçinin siyasî vazifesidir. Dirlikçi, kontrol ettiği toprakları bizzat işletemez ve keyfinin istediğine de veremez.

Padişahtan en ufak kale yamaklarına kadar bütün tabakalar, mirî topraklar üzerinde sadece birer Dirlikçidirler. Padişah Sultanlara ait Has Dirlikler bir yana bırakılırsa, vezir ve beylerin 100 bin akçeden fazla hasılat getiren hasları gibi, 20 ilâ 100 bin akçe arasındaki zeametler ve 3 ilâ 20 bin akçalık timarlar da hep “mansıpla kaim”dirler. Yani, Dirlikçi vazife başında kaldıkça Dirliğin gelirinden faydalanır. Yoksa, Dirlik üzerinde herhangi bir mülkiyet iddiasında bulunamaz. Alelade, kaydı hayatla tayin edilmiş bir memurdur.

Dirliklerin esası Timâr’a dayanır. Timarlû, daima Dirliğinin başında hazır bulunur. Timâr gelirinin hepsini değil, ancak ilk 3000 akçasını “Kılıc-ı Timâr” adıyla kendisine alıkor. Onun üstünde her 3000 akçaya karşılık, sefere göndermek üzere bir Cebelû, yani, mesleği savaşçılık olan bir süvari yetiştirir. Dirlikçi’nin geçim seviyesi, hiç olmazsa kanunen öteki savaşçılarınkinden farksızdır. Ve “Sefere sahib-i Timâr bizzat gelmek gerektir” (Asafname, El Yazması, s. 15)

Görüyoruz. Çiftçiler arasında olduğu gibi, profesyonel savaşçılar arasında dahi mutlak eşitlik esas tutulmuştur. Osmanlı Mirî Toprakları, hemen hemen bütün ülkeyi kaplayan en büyük arazi kitlesidir. Orada, Çiftçi ile Dirlikçi, birbirini istismar eden (sömüren) iki sınıf olmaktan ziyade, biri toprakla, ötekisi harp ve asayişle meşgul olan, toplumsal işbölümü şeklinde birbirini tamamlayan iki tabaka gibi görünürler. Bu durum, elbet kısa zamanda her türlü soysuzlaşmalara saptı. Çünkü, yalnız Dirlikçinin insaf ve namusuna havale edilmiştir. Fakat, ilk zamanların idealist İlbleri, Bizans zulmü önünde, çalışan Hıristiyan halk yığınlarına böyle bir toprak düzeni sunuyorlardı. Osmanlı’nın iktidara geçtiği yerde, hemen o gün, dirlik düzeninin bütün kanunları hayata geçiveriyordu.

Dirlikçilerin sayıları da, bugün inanamayacağımız kadar azdır. Hayrullah Efendi (“Devleti Osmaniye Tarihi” c. 11, s. 211-214) Osmanlı Avrupa’sından 44 bin, Osmanlı Asya’sından 91 bin ‘Timârlu Daimî Muhafız askeri” sayar. Dirlik başına dört asker çıksa, tekmil İmparatorluğun “Sahib-i arz”ları 30 bin kişiyi geçmemelidir. Bugünkü ufacık Türkiye’de memur sayısının 300 bini geçtiği düşünülsün Osmanlılığın, Bizans yığınlarına harikulade ucuz bir devlet şekli getirdiği anlaşılır.

İşte, dini ayrı Hıristiyan halka, Osmanlılığın en büyük cazibesi, şüphesiz o eşitlikçi ve adaletçi toprak düzeni ile, bu on kere daha ucuz devlet şeklidir.

V– Demokrat Ruh Kerameti
Demek, Hıristiyan halkın Türklere kucak açması veya tarafsız davranması, denize düşenin yılana sarılmasına benzemez. Belki, batan bir gemiden denize düşenin, sağlam bir gemiye sarılmasına benzer. Osmanlıların bir kalemde, kitaba hacet kalmadan tatbik ediverdikleri toprak düzeni bunu ispat eder.

Ancak şurasını unutmayalım: Dirlik Düzeni, Osmanlı İlbleri kadar şahsi masrafları kıt ve dünya malına pabuç bırakmayan som idealist babayiğitlerin harcıdır. Osman Gazi, daha oğlu Orhan İlbi Bursa Fethine gönderirken, şu öğüdü verdi:

“– Ve bir kimse ki sana Tanrı buyurmadığı sözü söyleye, sen anı kabul etme: Ve eğer bilmez isen, Tanrı ilmini bilene sor. Ve bir dahi sana muti olanları [baş eğenleri] hoş tut.”

Bu ruhla yola çıkan Osmanlılar, İstanbul’dan önce Bursa’yı “Baş yarılmadan ve kan dökülmeden” ele geçirdiler. Fetihten sonra:

“Orhan Bey, Bursa Halkına âdilâne davrandı. Ehaliden ne bir çöp aldı ne de kimseye aldırdı. Yalnız Tekfurun servetini gazilere üleştirdi.”

Bizans’ın neden o kadar çabuk yıkıldığını merak edip soran Orhan Bey’e, Bursa Tekfurunun akıllı veziri şu cevabı verdi:

“(Osmanlı’nın) devleti köylerimizi zaptetti. Size muti oldular ve bizi hiç anmazlar. Biri dahi, rahatlığa heves ettik. Biri dahi, bu kim, Tekfurumuz mal kodu faide vermedi. Anın çünkü mal vermeye nesne bulmadı.”

Yani, Tekfur denilen Bizans derebeyleri, şahsi servet yığmak için halkı soyuyorlardı. O yüzden Osmanlı’yı gören köylü, yeni düzeni hemen benimsedi ve Hıristiyan Bizans’ı bir daha ağzına almadı.

Servet delisi Tekfurlara karşı, Türk İlblerinin ne olduklarını en iyi gösteren misal, Osman Gazi’nin öldüğü gün bıraktığı servettir. Bu mirası tarih söyle sıralıyor:

- Bir sarıklık bez (Denizli bezinden iç tarafı amameli(7))

- Bir Yancuk (ata mahsus zırh)

- l kılıç, l tirkeş [okluk, sadak], l mızrak

- l tuzluk, l kaşıklık, l çift çizme.

- Kırmızı sancaklar (Alaşehir’de dokunmuş).

- Birkaç Küheylân, birkaç çift hayvanı, birkaç yabani kısrak.

- Ve üç sürü koyun.

İşte Âli Osman saltanatı kurucusunun bütün dünya malı!

Kayıhan oymağının ihtimal Altaylar’dan getirdiği üç koyun sürüsü bir tarafa bırakılırsa, Osmanlı İmparatorluğu’nun atası, bütün manasıyla: “Tîgü teber Şahı merdan”(8) dedikleri bir züğürt Şövalye (İlb)’dir.

Halkın haklı olarak aziz evliyalar mertebesine çıkardığı bu ilk Türk İlbleri, harpte kazandıkları ganimetleri “nefs-i nefislerine”(9) hasretmek [ayırmak] küçüklüğüne düşmediler. Başka nice adsız yiğitlerin kanlarıyla kazanılmış değerleri, sırf yurt imarında harcamayı bildiler. İmaretler(10), hamamlar, kervansaraylar, çeşmeler, bedestenlerle(11) ortalığı doldurdular. Fethettikleri yerleri mamureye(12) çevirdiler.

“Dö La Brekier’e göre: Bursa, Türklerin elinde bulunan şehirlerin en güzeli ve ticaret nokta-i nazarından [bakımından] en mühimmi idi. Şehir gayet vâsi(13) idi. Şehrin üç dört imaretinde her zaman et, ekmek, çorba dağıtılırdı. Bursa’nın bedestenleri elmas, inci, pamuklu ve daha sair emtia ile dolu idi. Buralarda erkek kadın alışveriş ederlerdi. Hıristiyan kadınları kapalı geziyorlardı. Çarşıda Venedikliler, Katalanlar ve Cenevizliler görülüyordu.” (Ahmet Refik, a. g. y., s. 308)

Gazi Murad II Edirne’de iken:

“Anadolu’daki Kudafe neslinden olan Rumlar elinden alıp, ande [orada] bulduğu hazain [hazineler] ve defaini [defineler] üç şerefeli camie sarf etmiştir.” (Evliya Çelebi, c. 3, s. 434)

Gene Edirne’nin Ergene civarı için, Aşık Beşe Tarihi şöyle yazar.

“Yeri ormanlıktı ve çamur ve haramilerin yatağı idi. Hiçbir vakit yok idi ki harami adam almıya idi. Sultan Murat Han hazineler hasretti [ayırdı]. Ol ormanları kırdırdı. Pak ettirdi. Köprünün iki başın mamur şehir edip imaret Cuma mescidi etti. Hamam ve pazarlar yaptı ve ol vakit kim imaretin kapısı açıldı, Sultan Murat ulemayı ve fukarayı kendisi aldı. Ol imarete vardı. Bir nice gün atalar etti [bağışlarda bulundu]. Akça ve flörile(14) üleştirdi. Ol taam piştiği vakit mübarek elile üleştirdi ve çırağın kendi uyardı. Yapan mimarlara hil’atler(15) giydirdi. Çiftlik yerleri olan şehrin halkını cümle avarızdan(16) muaf ve müsellem(17) kıldı.” (Âşık Beşezade Tarihi, s. 116, Aktaran: Ahmet Refik, s. 831)

Adı halk dilinde sadece “Koca Murat Gaazi” idi. Varını yoğunu halk hizmetinde harcadıktan sonra, ulema ve fukaraya son akçasını dağıtan, imaret ocağını ağzıyla üfleyip, yemeği halka eliyle dağıtan: Padişah!

İşte Osmanlı erlerinin yüzyılları aşan güçlerinin sırrı.

Yalnız Padişah mı öyleydi?

Hayır: Bütün halk. “1432 ve 1433 Senelerinde Kudüs’ten Fransa’ya Karadan Dönüş” eserini yazan, Burgonya Dukası İyi Filip’in baş mirahuru(18) Bertrandon dö la Brekier, yeni kurulan Osmanlı ülkesini baştanbaşa dolaşıp geçmişti. Gördüklerini şöyle yazdı:

“Türkler yorgunluğa ve zahmetli hayata katlanırlar. Fakat şen ve coşkun adamlardır. Dillerinden hiç türkü düşmez. Onun için, Türklerle yaşamak isteyenler öyle kederli, hülyalı olmamalı, daima güler yüzlü olmalıdır. Bundan başka temiz yürekli ve merhametli insanlardır. Çok defa gördüm. Biz yemek yerken, yanlarından bir fakir geçse, onu derhal bizimle beraber yemeğe çağırıyorlar. Biz ise bunu asla yapmayız.” (Ahmet Refik, a. g. y., s. 527)

İnsan bugünkü iri yarı demokrasi lâkırdılarına, bu tarihsel gerçekler arasından bakınca, elinde olmayarak diyor ki:

Demokrasiyi biz kaybetmişiz. Batılılar bulmuş. Şimdi, hayatta kaybettiğimizi kitapta araştırmakla ömür törpülüyoruz. Çünkü demokrasi, ilk Osmanlılarda süslü bir lâf değil, basitçe yaşanan bir hayattı.

Nitekim, onun içindir ki, Türklerden sonra Bizans’ı da gören aynı Frenk mirahurunun şu sözlerine inanmak mümkün oluyor.

“Bizanslılar, Türk kıyafetinde gördükleri insanı fevkalâde sayıyorlardı. Frenklere karşı ise büyük bir adavetleri [düşmanlıkları] vardı.” (Deniz Aşırı Seyahat, s. 105)

Bizans Halkı (Resmî makamlar falan değil: Halk!) Hıristiyan Frenk’i: Düşman ve Müslüman Türk’ü saygıdeğer dost biliyor. İstanbul’un Fethine kapı açan halk psikolojisi bundan başka türlü olabilir miydi?

Süleyman Çelebi’nin Babası:

Keramet gösterip halka, suya seccade salmışsın,

Yakasın Rumeli’nin dest-i takva(19) ile almışsın!

derken, bunu murat ediyordu ve yerden göğe kadar haklı değil miydi?

Fütuhat(20), harp gücünden ziyade bu “Keramet”in eseri olacaktı.

VI– Halkla Beraber Medeniyet Kurtarıcılığı
Fatih Mehmet II, Fatih olabilmek için ve olmadan önce, halka inmeyi ve Bizans’ta hüküm süren derebeyliğin Osmanlı ülkesindeki sızıntılarını yok etmeyi bildi. Yani, Fetih; hiçbir zaman yalnız bir Dış olay olarak meydana gelemez idi. Fetihi, önce içeride yapmak, Osmanlı bünyesinde Bizans taklidi derebeyileşme eğilimlerini temizlemek gerekti. Fatih bu gerekliliği, adeta içgüdüsü ile sezdi ve yerine getirdi. Ancak ondan sonra, Bizans’a, (gerek toprak düzeni, gerekse ruh bakımından üstünlüğünü kendi bünyesinde gerçekleştirdikten sonra) Hıristiyan’ı, Müslüman’ı etrafında toplayarak, Bizans’ı temizleyebildi.

Bunu bize en iyi anlatan eser, bir Osmanlı Rum milletvekili tarafından Türkçe’ye çevrilen ve fetih zamanının bir Rum tarihçisi tarafından kaleme alınan Kritovulos’un “Tarih-i Sultan Mehmet Han Sani” adlı kitabıdır. Bu kitaba göre, Fatih, Bizans’a hücum etmeden evvel iki tedbir aldı:

l– Osmanlılıkta derebeyileşme istidatlarını [eğilimlerini] yok etti:

“Ahalinin şikâyeti vâki olan vülât [valiler] ve hükkâmı [hakimleri] azletti.”

Bugün bile “şikayet”in ne yaman iş olduğu göz önüne getirilsin. Bizans çağında, Osmanlı’nın ahaliden bizzat Padişah eliyle şikâyet toplayabilmesi; ve sonra, doğrudan doğruya halkın şikâyeti üzerine Beyleri ve Kadıları azletmesi ibret alınacak örneklerdendir.

2– Toprak düzenindeki aksaklıkları giderdi:

Zaten derebeyi unsurların temizlenmesi demek, toprak üzerindeki Dirlik Düzeninin saf Osmanlı şekline indirgenmesi demekti.

Fatih: “Muhassil(21) ve hâcipleri(22) korkutarak ifayı vazifeye [görev yapmaya] sevk etti. Münhal vukuunda(23), namuslu ve emniyetli [güvenilir] ve kifayetli [yeterlikli] memurlar tayin etti. Bu sayede varidat-ı devlet [devlet gelirleri] müddet-i kalîle zarfında [kısa sürede] tezayüt etmiştir [artmıştır].” (Kritovulos, Sultan Mehmet Han Sani)

Yapılan reformlar sayesinde, hem üçte biri derebeyileşmiş unsurlar elinde ziyan olan toprak gelirleri, merkezi devlet eline geçti; hem de halk yığınlarının Osmanlı idaresine karşı olan güvenleri sağlandı.

O düzenle yola çıkan Fatih, bütün Anadolu, Adalar ve Balkanlar gibi, bizzat İstanbul’da yaşayan insanlarla dahi işbirliği yapmaya imkân buldu. Mevcut zulüm sistemi demek olan Bizans rejimine karşı, Bizans’ın kökü olan eski Roma İmparatorluğu artıklarına karşı, her dinden halkla adeta bir nevi Kadîm Çağ tek cephesi kurmayı bildi.

Bu tek cephenin temeli: “İtalyan”lara karşı, yerli “Rum”larla ittifaka dayanır. Osmanlıların evvel ezel kendilerini “Rumî” saydıklarını hatırlayalım. Fatih’in de, belki realist ve neticeli taktiklerinden birisi bu oldu: İstanbul’u dumurlaştıran Şark’taki yabancı nüfuzuna karşı, yerli halkın haklı tepkisini mükemmelen kullandı. Bizans’a karşı kurduğu “Güzelce Hisar”ı (Rumelihisarı’nı) yaptırırken, Bizans Kayserlerinin itirazlarını (hatta hücum heveslerini) Venediklilere, Cenevizlilere karşı bu hisarın lüzumlu olduğu cevabıyla bastırdı.

1500 okka bakır ve kalayla yerinde döktürülen, o zamana kadar görülmedik “silah”lar icat edildi. Bu toplar “ot” yani “Güherçile, kükürt, kömür ve haşiş [kuru ot] gibi har [diken] ve yâbis [kuru] mevaddanmürekkep [cansız şeylerden birleşik] bir ruh” (a. g. y., s. 53) ile dolduruldu. Bir taraftan ağır zırhlı gemiler, diğer taraftan: “Otuz ve elli kürekle hareket eden serî-üs seyir süfün-ü hafîfe [hızlı giden hafif savaş gemileri]” (a. g. y., s. 43) yaptırıldı.

Bütün yeni harp tekniği, hep o (Hıristiyan-Müslüman ayırdı yapılmaksızın meydana getirilen): Bizans’a karşı tek cephe ittifakı ile mümkün oldu. Bizans kâbusundan bıkmış usanmış olan Ada, Balkan kavimleri, her türlü yaratıcı dehâlarını, henüz “Gaazi” (İlb) geleneğini kaybetmemiş bulunan Osmanlıların emrine vermişlerdi. Gemiler Rum’un, toplar Macar’ın hüneri idi.

Eski Doğu-Batı karşıtlığı, yalnız yüzeyde görülen: Ortodoks-Katolik adlı dinî horuz dövüşü değildi. Bu uzlaşmaz mezhep kavgalarının altında, Roma ile İstanbul’un derin iktisadî ve siyasî çıkar ve hegemonya ayrılıkları gizli idi. Batı’dan gelmiş müstevliler [istilacılar], eski medeniyetler mirasçısı bulunan yerli halkı hoşnutsuzlaştırıyordu. “İtalyanlar ve hassaten [özellikle] Venedikliler”e karşı, Rodos ve İspanyol korsanlarına karşı, yerli Rumlar, Osmanlı’ya sığınıyorlardı. Bunun başka bir örneğini, Mora ile Adaların zaptı olayları verir:

“Zaten Ada ahalisi: Hükümeti Osmaniye tarafından bir tecavüz vukuunda İtalyanların kendilerine muavenet [yardım] edemeyeceklerini bildiklerinden, anları istiskalile [kovarak], kendilerinden, kurtulmak ve hükümeti Osmaniye’ye iltihak etmek isterlerdi.” (a. g. y., s. 103)

Aynı yazar bizzat kendisi bile, Limni Adası’nda, yerli halkla anlaşarak, 45 İtalyan’ı uğurladıktan sonra, Adayı Osmanlılara teslim ettiğini anlatır.

Neden?

Çünkü, Batılı istilacılar, hulûl [nüfuz etme] politikası, üst tabakaları satın alma yolları ile bir kere yerleştikten sonra, memleketin can damarlarını elde ediyorlar, yerli halkın elinden ekmeğini alıyorlardı. O sıra Bizans İmparatorları da, Boğazlara oturmuş devâsâ bir hasta ahtapotu andırıyordu. Ahtapotun muazzam kırtasiyeci ve militarist kollarının bütün hışmı, yalnız kendi ahalisini sık boğaz etmeye yarıyordu ki bu da onu yabancı etkisinde zebun [güçsüz] bir bekçi köpeği durumuna düşürmekten öteye geçirmiyordu.

Öte yanda:

“İtalyanlar ve hasseten [özellikle] Venedikliler, aralarında zuhur eden [baş gösteren] münazaat [çekişmeler] yüzünden bu havaliye sarkıntılık edip gemileri Şark sularına doğru cereyan ve Akdeniz boğazlarını sed ile [kapatarak], milel-i sairenin sefaininin mürurunu menediyorlar [diğer ulusların gemilerinin geçmesini yasaklıyorlar] idi.” (a. g. y., s. 24)

Görülüyor ki, bu durum karşısında Osmanlılar, yalnız yeni ve daha adaletli bir toplumsal düzen getiren Tarihsel Devrimciler gibi değil, aynı zamanda, yerli halk yığınlarının insanî ve tabiri caizse [deyim yerindeyse] Ulusal kurtuluşlarını sağlayan kurtarıcılar gibi hareket etmek durumunda idiler. Fatihlerin o zamanki kafalarından nelerin geçtiğine değil, neleri yaptıklarına bakalım. Fatih’in bayrağı üstünde yazısı görünmeyen şiar; ilkin: İtalyanlara karşı gelmek, sonra: Bizzat İtalya’yı fethetmek oldu. Bu âdeta, Roma’nın Batı’dan Doğu’ya yapmış olduğu bin yıllık saldırısına cevap olarak, Doğu’nun Batı’ya taze Türk kuvvetleriyle açtığı karşı saldırı idi.

O zamana kadar Balkanları ve Yakın Doğu’yu haraca bağlamış olan İtalyan kent (site)lerine karşı, en başta Rumlar gelmek üzere, herkes -ihtimal ticarette rakip olmadıkları ve herhalde ticaret yollarını açtıkları için- Osmanlılara kucak açıyor, kolaylık gösteriyordu.

“Gayet güzel ve emin [güvenli] limanlara malik [sahip] olan Mora kıtası, İtalya’ya sefer vukuunda [olduğunda] kuvve-i berriye [kara kuvvetleri] ve merkez-i hareket [hareket merkezi] olabileceğinden, kıta-i mezkûrenin [adı geçen ülkenin] zaptı için sefer icrasına karar verildi.” (a. g. y., s. 116)

Bu seferlerde Fatih’in hangi ruhla hareket ettiği, kendisine atfedilen şu nutuktan okunabilir:

“Kayser el’an kemin-i intizarda [pusuda beklemekte], ahz-i sâre [öcalmaya] fırsat kollamaktadır. Ceddim Sultan Beyazıt merhum zamanında, Rum Kayseri dış denizinden (Atlantik’ten) ve iç denizden (Akdeniz’den) nice akvamı [kavimleri] ve Garbî [Batı] Fransa’da Kelte ve Keltevires (Celtibros) tavaifini [tayfalarını] ve Rayn nehri tarafından Germenleri ve Ulah Krallarını aleyhimize tahrik ve teşvik asakirî vefirelerini [çok sayıda askerini] Tuna’da gemilerle teşvik etmedi mi?” (a. g. y., s. 30) “Bir müddet sonra Rum Kayseri, Moğol (Skit) cinsinden Timur’u Bağdat’tan kaldırarak üzerimize musallat eyledi.” (a. g. y., s. 31)

Lâkin, Fatih’in aklından geçenler her ne olursa olsun, tarihen yaptığı iş: Bizans idaresine karşı ve Bizans’a rağmen, insanlığın Bizans zamanında atmış olduğu ileri adımı geri aldırmamak, sonuç olarak bizzat Bizans’ın geliştirdiği medeniyet kazançlarını savunmaktır.

Bu nutku ile Fatih, o zamanki en ileri medeniyet dünyasını, Yakın Doğu’yu ve Balkanları, gerek Şark’tan [Doğu’dan] gelen Moğollara, gerek Garp’tan [Batı’dan] gelen Kelt ve Cermen Derebeylerine karşı, Osmanlı ile işbirliğine çağırıyor gibidir. Çünkü, Osmanlılık, bir taraftan çürümüş Bizans idaresi yerine göçebe demokrasisinden kalma taze toplumsal örgütçülüğü ve âdil, eşitlikçi iktisadî toprak düzenini ortaya atar. Öbür taraftan, yok olma tehlikesine düşmüş medeniyeti, hem iktisadî ticarî anarşiden, hem yıkıcı Moğol ve Cermen istilâsından kurtarmaya girişir.

İstanbul’un Türklere geçişi, Osmanlılığın gelgeç “Tavâifülmülûk”lükten [Derebeylikten] kurtulup, sürekli bir İmparatorluk halinde kuruluşu, bu toplumsal ve siyasî şartlar içinde oldu. Bu şartlar altında, Fatih’in Objektif rolü, yerli kahramanlık ve medenî kurtarıcılık, Tarihsel Devrimcilik sayılır.

VII– Dünya Ticaretinin Açılışı

İstanbul’un Fethi, Boğazların “İtalyanlardan” ve “hasseten Venedikliler”den kurtarılması, Boğazlar üzerine tıkayıcı ve fonksiyonsuz bir ağırlık gibi çökmüş bulunan Bizans derebeyliğinin kaldırılması demektir. Bu sayede, Boğazlar, Uzak ve Yakındoğu ile Tuna ve Akdeniz ticaretine engelsiz ve şartsız kayıtsız -hatta sonraları kapitülâsyonlar şekline soysuzlaşacak derecede- serbestlikle açıldı. Yani, İstanbul’un Fethi, dünya ticareti için bütün mantıkî neticelerini verdi.

Gerçekten, İstanbul bir kilitti. Onu -paslanmaktan kurtarmak için- Osmanlı anahtarı açtı. Ve açar açmaz da, Osmanlı’ya bütün dünya ticaretinin kapıları ardına kadar dayandı. Bir darbede, Tuna ile Fırat Dicle arasında uzanan destanlaşmış yüce bezirgân ülkesi, Osmanlı’nın avucu içine girip, nispi asayişine kavuştu. Ada Rumları, kendiliklerinden Osmanlı’yı çağırdılar.

Trabzon: “İkliminde her türlü mahsulât [ürünler] ve nebatat [bitkiler] mebzulen [bolca] yetiştiği gibi, Ermenistan ve Asur ve buna mücavir [komşu] kıtaların merkezi ithalât ve ihracatı olmak hasebile ezmene-i kadimede [eski zamanlarda] pek ziyade servet ve kuvvet kazanmış ve yalnız akvam-ı mücavire [komşu kabileler] nezdinde değil, akvam-ı baide [uzak kabileler] nezdinde bile namdar [ünlü] olmuştu.”

İstanbul İmparatorluğunun devamı müddetince Rumlar Karadeniz Boğazına da hâkim olduklarından, Osmanlı donanmasının Boğaz’ı geçmesi ve Karadeniz’e çıkması mümkün değildi. Bu nedenden dolayı Trabzon Hükümeti, iç savaşların devamına rağmen yine varlığını koruyabiliyordu.

“Fakat, Kostantin’in üfûlü [ölmesi] Şark’ta siyaset-i umumiyeyi [genel politikayı] değiştirmiş ve İstanbul Boğazı Osmanlıların eline geçtiği halde Karadeniz sahillerine giden yollar dahi açılmış olduğundan, Trabzon, Asya’yı Sugra [Küçük Asya] üzerindeki öteki memleketler gibi, Osmanlı Hükümetine baş eğmeye başladı.” (Kritovulos, a. g. y., s. 145-146)

“Sinop: Karadeniz sahilinde pek güzel ve pek zengin bir şehirdir. Zira idaresinde geniş ve mahsuldar [bereketli] bir kıta bulunduğu gibi, komşu havalinin Küçük Asya’nın Cenup [Kuzey] kısımlarının iskelesi ve ithalât, ihracat merkezi olmak hasebile de bir ticaret benderidir [işlek limanıdır]. Ondan maada, arazisinin ve denizin bahşettiği pek faydalı ve pek bol mahsuller dahi, bu memleket için başka bir zenginlik, başka bir, meziyettir. Bu mahsullerden en mühimmi, Sinop havalisinde pek bol olan ve burada imal olunduktan sonra Asya ve Avrupa kıtalarına ihraç edilen Bakır madeni teşkil eder ki, bu sayede memleket pek ziyade zenginlik elde etmiştir.”

“Kürtlerin ve Acemlerin Şahı olan Uzun Hasan’ın bu şehrin fethine pek ziyade arzukeş [istekli] olduğu nezd-i şehriyaride meczum [padişahın nazarında kesin karar verilmiş] bulunduğundan...” (a. g. y., s. 149)

Böylece, genel olarak İslâm-Hıristiyan, özel olarak Selçuk-Bizans karşıtlığının -bir senteze varamayan uzun kavgalarla parçaladığı- Doğu ile Batı arasındaki (bugünkünün tam tersine akan) büyük an’anevi [geleneksel] ticaret ırmağının Anadolu köprüsü, Osmanlı eliyle yeniden kurulmuş ve seyrüsefere [ulaşıma] açılmış bulunuyordu.

Osmanlı İmparatorluğu’nun ikinci, yani İmparatorluk olarak kuruluşuna: İstanbul’un Fethi bir semboldür.

Bu sembolün ifade ettiği asıl mana: Dünya ticaretine yol açmak ve yol yapmaktır.

Yol, yani bezirgân ilişkilerinin kan damarı, can damarı: Osmanlı fütuhatının, tarihte hem nedeni, hem sonucudur. Bütün kadim akınlar gibi, Osmanlı hamlesi de Yolculuğunu (hem yola gitmek, hem yol yapmak manalarında yolculuğunu) gayet açık, maddî, hattâ sinik bir bezirgân içgüdüsü ile yapar. Adeta tüm Osmanlı düşüncesi, hep seyahat ve ticaret edenlere kolaylık göstermekle özetlenir.

Örneğin, İstanbul ele geçince, büyük imar işlerine girişildi. Bu gerçi, kısmen yeni ihtiyaçları gidermek için zorunluydu. Fakat asıl maksat: “Seyr-ü seyahat edenlere bâis-i emniyet [güvenlik nedeni] olmadığından, (İstanbul’un) iskân-ı ahali suretile temdini [halkın yerleşikleştirilmesi yoluyla uygarlaştırılması] ve asayişinin temini” (a. g. y., s. 113) idi.

Bunu Bizanslı bir Rum tarihçi, günü gününe yazdığı için, doğru olarak kabul etmemek elden gelmez. Demek İstanbul, dünya ticaret ve medeniyetinin merkezi rolüne, Osmanlı Fethi ile yeniden katılıyordu. Bir zaman: “Bütün yollar Roma’ya gider.” deniliyordu. Fetihten sonra: “Bütün yollar İstanbul’a gider” olacaktı. Ve öyle oldu.

Sırbistan: Bir taraftan Avrupa ve tüm Batı ticaretinin büyük can damarı olan Tuna yalılarına, öbür taraftan zengin altın ve gümüş kaynaklarına hâkimdi. Osmanlılar o ticarî stratejik noktalarla, külliyetli miktarda altın ve gümüş ocaklarını içine alan Növohrodo’yu tuttular. Geri kalan yerleri Kral’a bırakıverip döndüler.

“Athyra ve Region Haliçlerindeki mürûr-ı zamanla [zamanın akışıyla] çürümüş köprülerin seri tamir ve termimine [onarımına] ve İstanbul’a müntehi olan [ulaşan] yollar pek harap olduğundan bunların da tanzimi ile kaldırım inşaasına berren [kara yoluyla] seyahat eyliyenlerin meks-ü âramı [konaklaması] için câbecâ [yer yer] hanlar ve konaklar tesisine hasr-ı ihtimam eylediler [özen gösterdiler].” (a. g. y., s. 112)

Fatih, Arnavutluk’ta dahi: Boğazları zapt ve buradan girip çıkacak eşhasa [kimselere] (tabiî bilhassa bezirgânlara) Arnavutlar tarafından taarruz edilmemesi için, mezkûr [adı geçen] boğazlara külliyetli muhafız askeri vazetti [yerleştirdi].” (a. g. y., s. 183)

Osmanlı ordusu, ordu değil, harikulade keskin bezirgân dişli bir yol tesviye cihazı, kadim zamanın muazzam canlı Buldozer’i idi sanki:

“Ordunun ağırlığı meyanında [arasında] makineler, inşaata mahsus aletler ve dülger(24) edevatı ve sair inşa maddeleri ve bir hayli demir ve bakır bulunmakta idi. Ve bir hayli dülger ustası dahi birlikte götürülmekte idi.” (a. g. y., s. 183)

Fatih: “Badehu [ondan sonra], piyade asakirinin [askerlerinin] bir kısmını ağaçlarla örtülü ve sarp ve geçilmez mahallerin tesviyesile, süvari ve piyade askerlerinin ve mekkarilerin(25) ve araba ve sair yol hayvanlarının kolayca sevk-ü imrarına [gönderilmelerine ve geçirilmelerine] müsait bir hale ifrağına [biçimlendirmeye] memur etti.” (a. g. y., s. 184)

Elhasıl, ordu bahane idi. Yapılan yoldan, ordu yüz yılda kaç defa geçecek idi?.. Asıl ordunun arkasında, geceli gündüzlü, o yolu tepip işletecek olan kervan ve bezirgân kümeleri heyecanla bekleşiyorlardı. Bir vakit, Cevdet Paşa’dan Abdurrrahman Şeref’in tahrif ederek aldığı fikirleri büsbütün soysuzlaştıran bazı günlük siyasetçiler, Yavuz’un Şark’a [Doğu’ya], Kanunî’nin Garp’a [Batı’ya] kaçtığını güya “Tenkit” etmekten hoşlanmışlardı.

Tarihçilerle politikacıların yanıldıkları noktalar:

Bir taraftan coğrafî ekonominin determinizmi, diğer taraftan Osmanlılığın medeniyet tarihindeki öz rolüdür. Bu rol, her şeyden önce: Doğu ile Batı arasındaki geleneksel ticaret yollarını temizleyip korumaktan ibaretti.

Osmanlı kuruluşunun Fetihle gerçekleşen bütün sırrı:

Bir yanda Kadim Hint ve Uzakdoğu bezirgân yollarını korumak, öte yanda Kara ve Akdenizlerle Tuna boylarını İtalyan-Cermen tekelinden temizlemekti.

O zamanın şartları içinde bu iş, Dünya ticaretinin anahtarlarını güvenlik ve asayişe kavuşturmak, bir kelime ile Dünya Medeniyetini savunmaktı.

VIII– Batı Medeniyetinin Doğuşu
Osmanlılık ve İstanbul’un Fethi, yalnız Kadim büyük medeniyet yollarını açıp, insanlığın eski kazançlarını geliştirmekle kalmadı. Belki, üzerinde ne Doğu, ne Batı biliminin hâlâ bir türlü duramadığı bambaşka ve inkâr edilmez bir sonuç daha verdi: Batı medeniyetinin doğuşu:

Bu iddia, hislere değil olaylara uygundur.

Avrupa’da, bugünkü Batı Medeniyetinin doğuşu tohumlarına: “Rönesans” (Diriliş) adı verilir. Avrupa’da Rönesans, dikkat edilirse görülür ki: Bir tek değil, ikidir; ve her iki Rönesans da bizim: “Binbir kocadan arta kalan bive-i bakir [bakire dul]”İstanbul’umuzla sıkı sıkıya bağlıdır.

Mübalağa mı?

Hayır.

Rönesans’la dirilen şey:

Eski Yunan ve Roma Medeniyetlerinin -daha ziyade göze batan- kültürüdür. Gerçekte o, “kültür” dirilişi, ticarî ilişkilerin canlanışına tabidir. Fakat, zamane meşrebine uyup, sade kültürden bahsedelim. Ortaçağda, gerek Roma, gerekse Yunan Kadim Medeniyetlerinin tüm kültürlerinin özü, kültür toplamı –deyim yerindeyse- kültür komprimesi, o zamanki İstanbul surları içinde mahpus, Bizans mozaikleri gibi minyatürleşmiş, fosilleşmişti.

Doğu Roma İmparatorluğu; dili Lâtin, ruhu Yunan olup, bütün fazilet ve reziletleriyle bir araya gelmiş iki Akdeniz Medeniyetinin tam bir grekoromen halitası [alaşımı] idi. İstanbul, tâ Beşinci Yüzyıldan beri Barbarlara karşı yükselttiği kalın surlardan oluşmuş, o nüfuz edilmez taş kabuğu içinde, hemen bütün eski Yunan ve Roma maneviyatının özsuyunu kıskanç bir mitoloji hayvanı gibi her şeyden ve herkesten saklıyordu. Eski Akdeniz -ve dolayısıyla da en eski Yakın Doğu ve Doğu- Medeniyetlerinin, kısacası, o zamana değin gelmiş geçmiş tüm medeniyetin ölmez ruhsal kazançlarını insanlığa yaymak için, bu zavallı hayvanın inci saklayan midye kabuğunu delmek; Bizans’ın küflenmiş tunç zırhını kırmak, hatta -zamanın kaçınılmaz hayat ve toplum kanunlarına göre- kanını akıtıp, eczasını [parçalarını] tohum gibi dünyaya saçmak lâzımdı...

Ve öyle oldu. Çünkü Ortaçağda, kapalı kutuların hep kanlı araçlarla açılması adet, yahut zorunluluktu. Darbeler önce Batı Hıristiyanlarından, sonra Doğu Müslümanlarından geldi.

Avrupa Rönesans’ının birinci hamlesi:

Haçlılar Seferi’nde Hıristiyan Barbarlar tarafından İstanbul’un birinci açılışı ile oldu. Bu ilk Rönesans gelgeç kaldı. Yalnız birkaç İtalyan tüccar kentiyle sınırlı kaldı. Belde Rönesansları Cenova, Venedik sınırlarını güç aştı. Çünkü, Bizans kökten tasfiye edilmemiş, üstünkörü Barbar Aşısına tabi tutulmuştu.

İkinci Rönesans:

Osmanlıların İstanbul’u fetihleriyle başladı. Ve Osmanlı İmparatorluğu ölçüsünde geniş, tamamen köklü [radikal] bir tasfiye olduğu için, Bizans’tan kopan tohumlar, birkaç kente veya bir memleketle sınırlı kalmadı. Hemen, bütün Batı Avrupa’yı kapladı. O sayede, saman alevi gibi gelip geçmedi. Modern Avrupa tarihinin ve Batı Medeniyetinin gelişme başlangıcı oldu. ikinci ve asıl büyük ve sürekli Rönesans’ın Osmanlılıkla ilgisini maddî ve manevî bakımdan sadece hatırlatıverelim.

1- MADDETEN: Fatih, İstanbul’un Fethi üzerine, yüzlerce yıllık kervan yollarından karaların birliğini kurduktan sonra, adeta otomatikman, denizlerin birliğini de ele almak zorunda kaldı:

“Bahren [denizce] hâkim bir devletin, donanmaları sayesinde deniz hâkimiyetini elde ederek Akdeniz adalarını nüfuzları altına ithal [alma] Asya ve Avrupa kıtalarındaki Osmanlı kıyılarına zarar iras eyledikleri [verdikleri] nezd-i şehriyarîde meczum ve müşahet bir keyfiyet bulunmağla [padişahın nazarında kesince bilinen ve görülen bir durum bulunmakla], Padişah hazretleri, cesim [büyük] bir donanma teşkil ederek, deniz hâkimiyetini cihangir eline almak ve İtalyan Venediklilerin kuvvetlerini izale edip [ortadan kaldırıp] suiniyet [kötü niyet] ve maksatlarına son çekmek istiyordu.” (Kritovulos, a. g. y.)

Fatih’in, beş yüz yıl sonrayı görmesi istenemezdi. O, tabiî zamanında, en yakın gerekçelerle düşünüyor ve hareket ediyordu. Lâkin, hareketlerinden çıkan sonuçları, hiç olmazsa beş yüz yıl sonra bizim görmemiz mümkün değil midir?

Osmanlılar, Akdeniz’i Batı bezirgânlığına dar getirince, “İtalyan” beldelerinin yıldızı söndü. Fakat, o yıldızlardan iç ve Kuzey Avrupa’ya sıçrayan kıvılcımlar, oralarda taze insan malzemesine dayanarak ve “Estuaire”(26) tipinde, Atlantik meddücezirleriyle [gelgitleriyle] genişlemiş, gidiş gelişe elverişli ırmak ağızları gibi coğrafî ekonomi imkânlarından faydalanarak, Akdeniz’deki benzerlerinden daha gelişme yeteneği olan iktisadî ve ticarî ocaklar tutuşturdu. Avrupa ocakları, bu sefer, Akdeniz’den geçmeyecek başka Hint yolları aramaya koyuldular. Bu zorunluluk ve imkânlar, Rönesans’tan modern Batı Medeniyetine sıçramada maddî atlama tahtası hizmetini gördü.

2- MÂNEN: Bütün Akdeniz Medeniyetlerinin son sığınağı ve zamane medeniyetinin yuvası olan İstanbul’da, kabuğuna büzülmüş Bizans, karnında sakladığı manevî cevherlerden kendisi faydalanamayacak kadar çökkündü. Bu cevherlerin, orada mahpus kaldıkça, âleme de bir hayırları dokunmuyordu. Tarihte ilerleyici rolünü kaybetmiş olan Bizans İmparatorluğunun grekoromen kültürünü, Osmanlı akını, adeta yuvasından ürküttü. “Ne yerim, ne yediririm” derce uyuklayan engin Bizans kültürü, İstanbul’un Fethi üzerine yatağından dışarıya uğradı. Türklerin hışmından kaçan Bizans dehrîlerinin(27) giderek Batı dünyasında şuraya, buraya, göçmen kuşlar gibi nasıl göçtüklerini klâsik Batı tarihleri kâfi derece anlatırlar.

Bu nev’i şahsına münhasır [kendine özgü nitelikleriyle] “Muhacereti Akvam”, [Kavimler Göçü] Cengiz ve Timur akınları önünde Rum ülkesine sığınan meşhur Müslüman “Horasan Erleri”nin göçlerini pek andırır. Horasan Erleri Küçük Asya’da nasıl Selçuk ve Osmanlı toplulukları gibi yeni yeni büyük gelişmelere kapı açtılarsa, hemen tıpkı öyle, koca Asya’nın Anadolu’dan hayli büyük “Avrupa” isimli öteki yarım adasına göçen Bizans allâmeleri de, gittikleri yerde kültür meşalecisi oldular. Koltuklarında bütün eski Yunan edebiyat ve felsefe müecceledatı [ertelenmişlikleri], Roma’nın hukuk kırkambarı “Corpus Juris Civilis”leri(28) bulunduğu halde, diyar diyar Batı’ya açıldılar. Hıristiyanlığa iyice katılmış, Ortaçağ mayalanışının son basamağına yükselmiş, taze uluslaşmış Batı kavimlerine, Kadim Medeniyetlerin Bizans’ça kullanılamayan kültür hazinelerini getirdiler.

Birinci maddî zorunlulukla, ikinci manevî etkilerin sonuçları ne oldu?

Modern Avrupa Medeniyetinin kuruluşunda, elle tutulur manevî üstyapı Rönesans kültürü ise, maddî temel, uzak dış ticarettir. Avrupa’da, büyük sermaye ilk defa uzak dış ticaret zorunluluğu ile kuruldu. Bu yeni kudretin, (Sermaye birikiminin) getirdiği manevî açılış: Rönesans ve bilhassa ikinci Rönesans tarafından ifade edildi. Halbuki, uzak dış ticaretin zorunluluk haline gelmesi de, ikinci Rönesans kültürünün tohumları da, Osmanlı İmparatorluğu’nun (ikinci Osmanlı saltanatının) İstanbul’u fethiyle yarattığı sonuçlardan doğmadır.

İstanbul’un Fethi, o zamanki dünya ticaretinin en kesin düğüm noktasını çözmekle, yeni bir İmparatorluk meydana getirerek Olumlu sonucunu verdi. Fethin Olumsuz etkileri ise, Batı’da dünya ticaretine umulmadık ve beklenmedik yollar aranması ve bulunmasını zorunlu kıldı. İstanbul’un Fethi Batı ticaretine hem en büyük darbeyi vurdu, hem en büyük gelişimi verdi.

1453’te İstanbul fethedildi. 1494’te Kolomb Amerika’yı keşfetti. Batı bezirgânlığı Akdeniz hegemonyasını kaybetmeseydi, Okyanusu denemeye kalkmazdı.

Sultanahmet, l Mayıs 1953

Dipnotlar

(1) Kanun-u muteber der-zaman-ı Süleyman: Süleyman zamanında yürürlükte olan yasa.

(2) Mahmiye’i İSTANBUL: İstanbul Büyük Şehri.

(3) Sene-i Hams ve Erbain ve Tis’a mie: Dokuz yüz kırk beş yılı.

(4) Kadem: Bir metrenin üçte biri kadar tutan uzunluk ölçüsü, yarım arşın, normal bir ayak boyu. (Yaklaşık 37.5 cm)

(5) Tedhiş: Dehşet verme, dehşete düşürme; şaşırtma, korkutma, yıldırma.

(6) Hud’a: Aldatma, oyun, hile, dalavere, düzen.

(7) Amame: Baş zırhı.

(8) Tîgü teber Şah-ı merdan: Elinde avucunda ne varsa hepsini bitirmiş; varını yoğunu tüketmiş, yoksul duruma düşmüş, meteliğe kurşun atan.

(9) Nefs-i nefis: Değerli, aziz, tatlı hayat.

(10) İmaret: Yoksullara ve öğrencilere yiyecek dağıtmak için kurulmuş hayır kurumu.

(11) Bedesten: İçinde değerli eşya alınıp satılan kapalı çarşı.

(12) Mamure: Bayındır yer, bayındırlık.

(13) Vâsi: Bol, geniş, açık, meydanlı.

(14) Flöri: Miladi 11’inci Yüzyıldan önce Floransa’da basılmış altın para.

(15) Hil’at: Eskiden padişah ya da vezir tarafından takdir edilen, beğenilen kimseye giydirilen süslü elbise, kaftan.

(16) Avarız: Osmanlılarda kanunla gösterilmiş vergilerin dışında ihtiyaç zamanında halktan alınan vergi.

(17) Müsellem: Osmanlıların Kuruluş Döneminde ve Orhan Gazi zamanında, vergiden bağışık tutularak askerlik hizmetinde bulunanlar hakkında kullanılan bir deyimdir.

(18) Mirahur: Sarayda at işlerine bakan memur.

(19) Dest-i takva: Allah korkusuyla dinin yasak ettiği şeylerden kaçınmanın verdiği güç.

(20) Fütuhat: Zaferler, fethedilen, zapt edilen memleketler.

(21) Muhassil: 1. Vergi tahsildarı. 2. Kaymakam ve müdürler derecesinde bir memur.

(22) Hacip: Yüksek dereceli memur.

(23) Münhal vukuunda: Kadro boşaldığında.

(24) Dülger: Yapıların kaba ağaç işlerini yapan kimse.

(25) Mekkari: Yük taşıyan hayvanlar.

(26) Estuaire: Nehir ağzındaki koy, nehrin denizle birleştiği geniş ve açık yer, denizin nehir ağızlarındaki karaya doğru girintisi, haliç.

(27) Dehrî: Dünyanın sonsuzluğuna inanıp öteki dünyayı inkar eden; ruhun da cesetle birlikte öldüğüne inanan, materyalist.

(28) Corpus Juris Civilis: Eski Roma Medeni Kanunlarının tümü. (6’ncı Yüzyılda Jüstinyen tarafından toplanmıştır).

Dr. Hikmet Kıvılcımlı
Devam et...

28 Mayıs 2017 Pazar

Bir Devrim hamalı: Ulaş Bayraktaroğlu

0 yorum

Emperyalizme, faşizme ve dünya gericiliğine karşı savaşan yoldaşlar topluluğunu selamlıyorum.

Devrimcilik, kolektif icra edilen bireysel faaliyetler toplamıdır. Hiç kimse bu kavgada başkasının imzasının altına ismini yazamaz, kendi failliğiyle yer alır. Devrimci kendi failliği ile dünyaya iz bırakandır. Ünlü bir Alman filozofu, “Doğru nedir?” sorusuna, “Tarihe direnendir” diye cevap veriyor. Bu sözden esinlenerek, “devrimci kimdir?” sorusuna devrimci dünyaya karşı fail olandır, icraatlarıyla tarihe iz bırakandır.

Burada, Devrimci Komünarlar Partisi’nin kurucu önderi ve Birleşik Özgürlük Güçleri’nin komutanı Ulaş Bayraktaroğlu’nu anmak için toplanmış bulunuyoruz. Türkiye, günlerdir bu devrimciyi konuşuyor. Düşmanlarının dezenformasyon kampanyası da devreye girdi, ama düzen Ulaş’a en küçük bir leke süremedi. Düşmanlarının, onu küçültmek ve teşhir etmek için yaptığı tüm karşı propaganda, görünmez bir duvara çarparak tersine döndü. Onu aşağılamak için söyledikleri tüm olaylar onun nasıl baş eğmez bir isyancı olduğunu teslim etmeye dönüştü. Tanıyan tanımayan tüm devrimci ve sosyalist kişi ve kurumlar tarafından, hakkında o kadar çok şey söylendi ki, tüm güzel sözler tükendi. O, hepsini anasının ak sütü gibi hak ediyor.

Güzel tarif gerektirmez, güzele bir sıfat eklemek onu bozar. Bir dava insanı olarak, bir devrimci olarak, bir eylemci olarak liderlik ve önderlik özelliklerinden de çok bahsedildi. Ama Ulaş, bahsedilen tarzdaki önderliklere çok uzaktı. O, başka bir kumaştan dokunmuştu, tarif ve sıfat gerektirmeyen bir önderdi, kendinde önderdi. Önderliği, herhangi bir kurum veya makam ona bahşetmedi, yaşamda hep önde oldu, her işte öndeydi, böyle bir önderdi. Her işte önde olunur mu? Evet, o, her işte öndeydi. Doğru zamanda, doğru yerde ve doğru biçimde durmakta müthişti. Neye mal olursa olsun, hep doğru yerde, doğru zamanda ve dimdik duruşuyla önderleşti.

Benim tanıdığım Ulaş Bayraktaroğlu hiçbir sıfata, hiçbir makama hiçbir ünvana metelik kadar değer vermezdi yoldaşlar. Söylemek borcumdur; “Ben dünyanın en iyi hamalıyım, en ağır yükü taşırım” derdi ve dediği gibi yapardı. En zor yerde, en doğru yerde, en olması gereken yerde olurdu ve en büyük yükü taşırdı. Ulaş, “bir tek bu ünvanlardan komutanlığı önemsiyorum” derdi. “Komutanlığı şunun için önemsiyorum” derdi. “Bütün komuta, komut, kontrol, emir ve benzeri ve benzeri her şeyi yerin dibine, toprağın yedi kat dibine, gömünceye kadar iyi bir komutan nasıl olunurmuş onu göstereceğim“, derdi.

Şimdi önderlik ve liderlik yanlarıyla ilgili bir çok özelliğinden bahsedilebilir. Fakat hiç kimsenin aklına gelmeyen çok önemli bir şey var. Önder ve lider kimsenin düşünmediği zamanda, kimsenin düşünmediği işleri, kimsenin tahmin edemeyeceği, aklından geçirmediği tarzda yapan insandır. Evet, bizim komutanımız, öyle şaşırtıcı bir insandı. Yaptıkları ve söyledikleriyle düşmanlarını olduğu kadar bizleri de sık sık şaşırtan biriydi.

Yoldaşlar,

12 Eylül sonrası 40 kırk yıla yaklaşan dönemde, Türkiye tarafında mücadele kesintiye uğradı, Kürdistan’da PKK önderliğinde devrim kendi yolununu açarak, yükselerek devam etti. Bizim tarafta, Türkiye tarafında devrimci muhalefetle sistem arasında dönem dönem sertleşen kapışmalar yaşansa da  bir statüko oluştu. Aradan geçen uzun dönemde, çok ciddi çıkışlar denendi. Fakat tüm yapılanlar, bu statükoyu bozamadı. Tersine düşük düzey solculuk denilen bir tarz, kötü bir gelenek yerleşti. Devletle devrimci güçler bir mutabakat imzalamadılar ama, biz devletin ne yapacağını, devlet de bizim neyi  yapıp neleri yapamayacağımızı tahmin edebiliyordu. İşte Ulaş Bayraktaroğlu, bu statükoyu kırdı. Düşmanın da, dostun da beklemediği şeyleri, beklenmeyen zamanlarda yapmasını becerebildi.

Yoldaşlar,

En çok cesareti, savaşçılığı, adanmışlığı ve benzeri yönleri üzerine, tanıyan ve duyanlar, inanılmaz anılar paylaştılar. Ama daha başka bir şey var, bunlardan daha öte. Başta söylediğim tarihe faillik bir güzelleme değil, yaşayarak tanık olduğumuz bir gerçekliktir. Burada Türkiye devriminin siyasal öncüsünün ve askeri örgütlenmesinin yeni türde bir halk savunma gücünün temelleri atıldı. En büyük ideali kurucu roller oynadığı bu iki örgütlenmeyi tarihsel anlamlarına uygun olarak yaşamda ve savaş içinde öncü konuma yükseltmekti. Ve “bu iki yıllık süreçte, en büyük yaptığım şey bu iki amaç için çalışmak”, demişti. Ben hiçbir zaman ağzından, “şunu ben yaptım” diye bir şey duymadım. Bunu çok özel işler için söylerdi sadece. Bütün her şeyi kollektife mal ederdi. Ben hakkını teslim etmek için ekliyorum, burada yaratılan her şeyde en çok onun payı vardır.

Ulaş Bayraktaroğlu,  en çok cesareti, pratik devrimciliği üzerinden tanınıyor. Ancak bu, eksik bir tanımadır. Zira o, bu yönünün yanı sıra,  ideolojik, politik, örgütsel ve teorik sorunlar dahil devrimin temel sorunlarının tümü üzerine görüşleri ve sözü olan komple bir devrimcidir.

Siyasal olayları doğru okuyan, güçlü siyasi önsezisi olan birisiydi. Siyasal olayları analiz etme kabiliyeti yüksek, çelişkileri çözümleyen bir kafası vardı. Karmaşık olaylar dünyasında önemli olanı, asılmamız gereken doğru halkayı güçlü bir biçimde açıklardı. Politik kişiliği öndeydi ama, aynı zamanda inanılmaz güçlü bir örgütçüydü. Örgütleme yeteneği güçlüydü. Ama Ulaş, asıl örgüt teorisi ve örgüt fikri üzerine tartışma yürütüyordu. Örgüt fikrini her şeyin başına alırdı. Ama bürokratik ve kastlaşmış anlayışların ve her şeyi yetki ve kurallarla çözen hiyerarşik düzeneklerin düşmanıydı. Örgütlerin yıpranmışlığını aşmak için aynı zamanda güçlü bir ideolojik faaliyet sürdürüyordü.

Son dönemde savaş, gerilla savaşı ve askeri mücadelenin hem geçmiş teorik ve pratik sorunları üzerinde hem de güncel askeri görevler üzerinde çalışıyordu. TDH’nin uzun bir askeri mücadele geçmişi ve ödenmiş ağır bedelleri var. Ama devrimci askeri mücadele üzerine yazılmış ve sonuçlandırılmış kaynak olarak kullanılabilecek çok az üretimi var. İddia ediyorum, burada iki yılda çok değerli bir birikim, halk savunma akademisi diyebileceğimiz bir teorik ve pratik birikim yaratıldı. Bu kazanımlar tümüyle kendisinin emeğidir.

Yoldaşlar,

150 yıl boyunca yeryüzünde zaman zaman güçlü bir devrim ve sosyalizm dalgası yükseldi. Yerel ve evrensel olarak dünyanın neresinde bir haksızlık varsa orada mutlaka Marksizmi kuşanmış devrimciler karşı duruyordu. Ancak bir süreden beri dünya devrimciliği ve Marksizmi bu yanını kaybetti. Tıpkı İkinci Enternasyonal ihaneti, nasıl bir yıkım yarattıysa, dünya devrim hareketi üzerinde bugün ondan çok daha büyük bir yıkımı yaşıyoruz. Yeryüzündeki acıların, insanlığın paramparça olmuş halinin, toplumların çürümesinin, emekçilerin paryalaştırılmasının, evet müsebbibi emperyalistlerdir, kapitalistlerdir. Ama aynı zamanda devrimlerden kaçan, devrimleri unutan Marksistler’dir. Bugün Lenin’in, İkinci Enternasyonal dönekliğine ve ihanetine karşı yaptığından çok daha güçlü bir ideolojik başkaldırıyı örgütlemek zorundayız. Ve DKP kendini ideolojik ve politik olarak dünyayı yeniden devrimci yıllarına döndürme hareketi olarak kurmaktadır.

Birinci yılımız pratiğin kaçınılmaz olarak önde olduğu kuruluş yılıydı. İkinci yılımızı ise verili Marksizmden teorik ve ideolojik kopuş ve sıçrama yılı olarak ilan ettik. Yoğun tartışmalar sonucu geniş bir çerçeve hazırlayarak örgütümüzde ve tüm devrimci güçlerle Marksizmi devrimci tarzda yeniden okuma ve tartışma kararı aldık. Her yeni şeyden coşkuya kapılan bir yapısı vardı. Ben, Ulaş yoldaşımızın bu kadar heyecanlandığı başka bir konu hatırlamıyorum.

Dünya devrimci hareketindeki reformcu ve liberal sapmalara karşı henüz güçlü bir teorik birikim yaratamadık, ama yüksek bir moralle ve yüksek bir sesle ideolojik savaş ilan ettik. Ulaş Bayraktaroğlu, bu konuda da sözü olan bir devrimcidir. Özgürlük Gücü, Komün Gücü perspektifi ve örgütlenmeleri onun eseridir.  Bu her iki kavramlaştırma da dünya Marksist hareketindeki sapmalara ve sosyalizm deneylerindeki savrulmalara karşı yükseltilmiş devrimci itirazlardır ve altını dolduracağız yoldaşlar.

Devrimci güçlerin birleşmesini büyük bir aşkla istiyor, savunuyor ve gereklerini yapıyordu. “Devrimci hamlemiz, cesaretimiz ve cüretimiz devrimci bir kuruculuğa sıçramadığı sürece kendimizin devrimcileri olarak kalmaya mahkum oluruz” diyordu. Önemli olan bizim devrimci olmamız değil hayatın devrimcileşmesidir. DKP kadar, TDH’nin bir bütün olarak devrimcileşmesi için çalışıyordu. Burada yakın ilişkide olduğu tüm devrimciler onun ne kadar coşkulu bir birlik taraftarı olduğuna tanıktır. Partiden devrimci komünistleri birleştirmek için tam yetki istedi. “Tamam, artık elim serbest, birliği sağlayacağım” diyordu. Dediğini yaptı, büyük bir özgüvenle, hiçbir ön şart koşmadan bazı devrimci örgütlere birlik teklifi götürdü. Birlik olmuyorsa savaş güçlerini, değişik alanlardaki güçleri birleştirmeyi önerdi, daha da ötesi bize kapılarını açacak  devrimci partilere katılım teklifinde bulundu. Sonuç alamasa da hiç vazgeçmedi. Son günlerinde yeni bir slogan icat etmişti: “Bizi daha iyi savaştıracak, devrimci bir örgüt arıyorum” diyordu.

Kim, ne kadar değer biçer ve ne kadar gereğini yerine getirir, bilemem, savaşa inandığı coşkuyla devrimcilerin birliğine inanıyordu. Gösterişe ve propogandif çabalara vakti yoktu, sahici ve coşkulu bir devrim taraftarı olduğu için, tüm devrimci coşkusuyla devrim ve komünizm güçlerinin birliğini istiyordu. Söylem olarak TDH’ni, devrim isteyenler ve istemeyenler olarak iki bölüğe ayırıyor, “devrim isteyenler bir tarafta, “siyaset” yapmak isteyenler diğer tarafa saflaşsın”, diyordu. Son eylemiyle devrim isteyenler cephesine de bir neşter vurdu. 40 yıldır küçük dükkanlarda ömür tüketmeye son, dedi. Öncü, önde olandır, önde olan özgüvenlidir, diğer devrimci savaş birlikleriyle kaynaşmaktan, birleşmekten korkmaz. DKP bu ilkelerin izinden gidecektir.

Ulaş, hem müthiş öğrenen hem de müthiş bir öğretendir. Devrimci eğitimi iki boyutta ele alıyordu. Birincisi, sıradan rutin faliyetleri devrimcilik olarak kabul etmiyor, her tür devrimci faaliyeti bir sanat, bir yaratıcılık olarak ele alıyor ve yönetiyordu. İkinci olarak, devrimci eğitimi herkesin kolektif olarak katıldığı ve tartışarak yarattığı, yeni insan toplumunun anayasası olarak görüyordu. Burada onu uyguladı, devrimci kültür dahil tüm konularda yayınladığımız tüm belgeler onun fikri olarak, buradaki tüm yoldaşlar tarafından kolektif olarak üretildi. Her işi aynı tempoda ve büyük bir aşkla yapardı, ama en çok eğitim yaparken heyecanlanırdı. Eğitim tartışmalarında adeta anlattıklarını yaşardı. Eğitimi de esas olarak burjuvaziye karşı bir savaş alanı olarak alırdı, savaşır gibi tartışırdı. DKP’de yeni bir devrimci kültürü yeşertti, daha öteye partinin inşasını bir kültür devrimi olarak gerçekleştirmeye çalıştı.

Yoldaşlar,

Yerellikler ve değişik kültürler kendisini belirli alanlarda korusa da dünya kelimenin gerçek anlamıyla evrenselleşmiş ve bütünleşmiştir. Ama komünistlerin bir enternasyonali yoktur. Ulaş, yeni bir enternasyonalin hayalini kuruyordu ve bölgemizdeki tüm gelişmeleri bunun ilk tohumlarının atılacağı temel olarak görüyordu. DKP’ye ve savaşımıza o kadar inanıyordu ki, inat ve ısrarla tüm dünya devrimcileriyle buluşmak için çaba sarfetti, partiye kararlar aldırdı. “Yakında, zaten tüm dünya devrimcileri bizden ve mücadelemizden haberdar olacak”, diyordu.  Kürt devrimini bu anlamda önemli bir olanak olarak görüyordu. Devrimci olan herşeye, aşkla, bağlıydı. Kürtler güçlü bir devrimcilik gösterdiği için Kürtlere ve Kürt devrimine coşkuyla ve kıskançlıkla sahip çıkıyordu. Kürt devriminden daha güçlü bir fırtınayı Türkiye’nin dağlarında, şehirlerinde koparmak için yanıp tutuşan bir yürekti.

Ulaş, bir dünya devrimcisiydi  Onun devrim coğrafyası tüm yeryüzünü kapsıyordu. Bu yüksek idealler, onu buraya taşımıştı. Ulaş, bu coğrafya veya başka bir coğrafyadan çok, savaş nerede ise orayı devrimin savaş cephesi olarak gören ve tereddütsüz saf tutan bir enternasyonalistti. Ama o, sadece romantik bir enternasyonalist değildi. Onun buraya gelişini böyle değerlendirenler yanılıyor. Zira,  o, burayı bölge devrimi ve dünya devriminin zayıf halkası olarak gördüğü için buradaydı. Ortadoğu’nun en büyük gericiliğini bağrında taşıyan, işçi sınıfı ve ezilen halkların düşmanı  faşist Türk devletini yıkmak ve devrim yapmak için, bu özgür toprakları Türkiye Devrimi’nin savaş cephesine dönüştürmek için, buradaydı. Her ne yaparsa yapsın, okurken, yazarken, savaşırken gece ve gündüz Türkiye Devrimi’ni planlıyordu. 24 saat değil 25 saat okur, yazar, çalışır, eğitim yapar, düşünür ve sürekli tartışırdı. Hayali olmayanlar iyi devrimci olamazlar, ama bu, hayalperestlikle karıştırılmamalı. Hayali dünya devrimiydi, ama buna nesnel koşullar içinde varılabilirdi. Türkiye Devrimi’nin güncel görevlerinden en temel teorik sorunlarına kadar tüm alanlarda çok yönlü, hummalı bir çalışma içindeydi. Ulaş, yaşamın kendisini, her anını devrimci bir görev olarak algılar ve devrimi yaşar, devrim gibi yaşardı. Onu gecenin geç veya yeni günün şafağında okurken veya yazarken görürdünüz. Pratikte, bir saniye bile bir görevi ihmal etmez ve ettirmezdi. Ne kadar çok pratik peşinde koşuyorsa, bir o kadar, hatta daha fazla teorik ve bilimsel çalışmalara odaklanıyordu.

Zor ve ağır koşullar, savaş şartları onun devrimci romantizmini eksiltemedi. Ulaş, günlük yaşamda duruşuyla, tavırlarıyla nesli tükenmeye yüz tutmuş bir kişilikti. Her şeyiyle sahiciydi.  Öte yandan bu dünyadan çok, romanlardan, hatta masallardan çıkmış gibiydi. Her haliyle devrimci romantizmin canlı timsali gibiydi. “Yenilmezler ordusunu kuracağım ve Türkiye’nin bütün dağlarına ve şehirlerine yerleşip, bütün ezilenlerin yumruğu olarak zalim ve sömürücülerin tepesinde patlayacağım”, diyordu.

DKP, kendisini özel bir grup olarak, her şeyin üstünde ve herkesten ayrı, erişilmez bir yere yerleştirmedi. Tersine kendini özel ve bulunmaz olmaktan çıkarıp genel devrimci ortamın ve kitlelerin mücadelesinin ürünü haline dönüştürmeyi amaçladı, mülkiyetçi yaklaşımları reddetti. Bunu başardığında kitlelerin ve devrimci militan bilincin orada toplanacağına inandı. Bu hem mücadelenin hem tarihin kanunudur. ‘Ben ve biz’ler hiç kazanamadılar. ‘Ben ve biz’i öldürmeden, bu düzenden ayrı bir varlık oluşturulamaz. DKP, bu basit, ama görünmez ve yıkılması imkansız denen, genlerimize kazınmış burjuva değerleri yıkıp, yerine komünün ortak değerlerini koymak için yola çıktı. Şimdiye kadar en büyük çabayı bu alanda gösterdik ve devam edeceğiz. Komünal değerleri kuşanacağız, onları kolektif inşamızı gerçekleştirerek daha da ileri taşıyacak, örgüt yaşamımızda olduğu gibi toplumsal ilişkilerde de esas haline getirmeye çalışacağız. Bunu başardığımız oranda, onlar tüm toplumun olacak ve o gelişmenin bir aşamasında zaten biz-siz olmayacak Ve yeni komünal ortaklığımızın temellerini atmış olacağız.

Yoldaşlar,

Dünya çapındaki gericilik yılları tüm dünya sistemini kirletmiş, tüm toplumları çürütmüştür. Ne yazık ki bu uzun dönem boyunca, bu uzun tasfiyecilik yıllarında devrimci hareketlerde de çok ciddi lekeler oluşmuştur. Devrimci Komünarlar, yeni ve temiz bir sayfadır. Evet, Devrimci Komünarlar, Özgürlük Güçleri bütün bunlardan kaçış ve yeni bir sayfa açmaktır. DKP, yıllanmış ve yorgun Türkiye devrimciliğine gençlik aşısıdır. Orhan Yılmazkaya’nın, Ulaş Bayraktaroğlu’nun zaptedilemez, durdurulamaz cesaretini kuşanmıştır. Orhan Yılmazkaya’yı durduramadılar, Dörtleri durduramadılar, Ulaş Bayraktaroğlu’nu durduramadılar. Onların eseri ve ürünü DKP’yi  hiç durduramayacaklar. Hiç kuşku duymadan söylüyorum, bugüne kadarki tecrübelerime dayanarak ve ellerimle tutar gibi görerek söylüyorum, Ulaş Bayraktaroğlu’nun partisini durduramayacaklar.

Faşist Türk devleti kendi etrafına duvarlar örüyor. Deniz kıyıları hariç tüm kara sınırlarını duvarlarla kapatarak tüm Türkiye’yi hapishaneye çevirmiştir. Ulaş, sürekli bu duvarlara bakıp gülüyor ve “korku duvarları”, diyordu. “Bu üç tane beton, iki tane tel örgü, tellerden zımbalar bizi durduramaz, delik deşik edeceğiz oraları”, diyordu. Tarih boyunca  egemenler korkudan öyle devasa duvarlar ördüler, derebeylerin şatolarını, kalelerini, Çin Seddi’ni, Bizans’ın meşhur surlarını düşünün, egemenlerin hiçbir duvarı onları koruyamamıştır. Evet, bize karşı o duvarları ördüler. Hapishaneye çevirdiler kendilerini. Kürt Devrimi’ne karşı ördüler, Türkiyeli devrimcilere karşı ördüler. O duvarlarını yerle bir edeceğiz. Nasıl savaşılır göstereceğiz. Evet, gepgenç fidanlarla… İşte dörtler… Dörtler çok taze fidanlardı, ama inanılmaz savaşçılardı. Komutanlarından almışlardı özsularını.

Ulaş yoldaşımız, devrime doğru kanatlandı, kendisini adeta devrim annemizin kucağına fırlattı. Bu çok açık bir protestodur, yetersiz devrimciliğe ve çürümüş solculuğa karşı öfkeli bir protestodur. DKP ve Özgürlük Güçleri çıkışımız, devrimci güçler tarafından doğru anlaşılmadı. Genel devrimci kamuoyu ve aynı zamanda kendi yakın ilişkilerimiz, hatta bir yarımız diyebiliriz ki bu çıkışımızı anlamlandıramadı. Biz bir yanımızla burada diğer yanımızla eskide kaldık. Birçokları bizim burada bayrak sallayarak, tüfek yağlayarak, askeri tören resimleri çektirerek durumu idare edeceğimizi, çokça yapıldığı gibi gerillacılık oynamakla yetineceğimizi zannettiler, fena halde yanıldılar. Hala böyle düşünenler varsa, onlar da çok yakında yanıldıklarını anlayacaklar. DKP ve Özgürlük Güçleri sahici bir savaşa, Türkiye’de AKP-IŞİD faşizmine karşı savaşa hazırlanmak için buradadır!

Komün, komünizm, devrim bizim için mistik bir inanç değil en yüksek değerler olmuştur. Burada en çok, iyi savaşçılar olmak için, faşizm ve zorbalıkla hesaplaşmak için kendimizi paraladık. Yine en çok, kolektif üretim, ortak bir komünal yaşam kurmak için çabaladık. Ulaş’ın öncülüğünde, yaşamda, eğitimde ve tüm devrimci hazırlıklarımızda herkesin kendisini katabildiği komünal bir sistem yarattık. Burada tüm bireyler hem öğrenci hem öğretmen, tüm savaşçılar hem komutan hem asker olarak savaşı ve yaşamı örgütledik. Bu ilişkiler sistemini varetmek için hepimiz fikrimizi ve emeğimizi kattık, ama ona ruhunu veren Ulaş oldu. “Gökyüzünde uçan ateş kuşlarıyız, hiçbir yerdeyken her yerdeyiz”, onun bulduğu bir slogandır. Ama Ulaş, bunu bir slogandan öteye taşıdı. Biz, burada hepimiz müthiş bir, iki yıl geçirdik. Biz burada iki yıl gökyüzünde yaşadık, gökyüzünde komünü yaşadık.

Yoldaşlar,

Şimdi ben birinci dereceden sorumlu olarak,  herkese şu özeleştiriyi veriyorum. Örgüt bilinci çok yüksek bir yoldaşımızdı. Örgüt kararlarını mutlaka uygulatır ve uygulardı. Biz yakın çalışma arkadaşları olarak bu güçlü ve büyük önder kadromuzu kaybettik, koruyamadık. Gücümüz yetmedi, zaptedilmezdi biliyorum ama bu, onu koruma sorumluluğumuzu ortadan kaldırmaz. Koruyabilirdik.  Çok erken kaybettik. Daha yapacağı çok şeyler vardı.

Yoldaşlar,

Ulaş’ın politik kişiliğiyle ilgili olarak söylemek zorunda olduğum şeyleri söyledim. Ama bazı şeyleri söylemezsem eksik kalır, haksızlık olur diye düşünüyorum. Herkes bir yerlere baş olur, bir makama yaslanarak liderliğini ilan edebilir. Ulaş başka bir kumaştandı dedim, her yerde bir biçimde bazı makamlara oturulabilir, ama çocuklara sahtelik sökmez, o, çocukların da gönlünü kazanan biri, çocukların da lideriydi. Duvardaki yoksul Arap çocuklarıyla resmini görüyorsunuz. Bu çocukların anne ve babalarıyla da çok derin bağlılık ilişkileri kurdu. Üstelik bunu tek kelime ortak bir dil konuşamadan yapabildi. Arap köylüler, kadın erkek topluca geliyor ve kendi aralarındaki anlaşmazlıkları komutana anlatıyor ve o her ne ise bu konuda  kararını söylüyor. Köylüler de bunu ilahi adalet gibi kabul ediyor ve uyguluyordu. Ben bunları güzelleme olsun diye anlatmıyorum. Burada, dünyada ve Türkiye’de Marksist hareketlerin yaşadığı aydın yabancılaşmasını aşacak bir tavır ve yöntem yatıyor. Bu nedir? Bu, milyonlarla buluşma, milyonlarca emekçiyle kopmaz bağlar kurabilme isteği, iradesidir. Kitlelerin devrimci girişkenliğine inanmaktır, zira sen onlara inanmazsan onlar sana hiç inanmaz. Ulaş’ taki bu yüksek özellikler sıradan bir hümanizmle ilgili değildir. Devrime, devrimin kitlelerin eseri olacağına olan inançtan kaynaklanmaktadır.

Söyleyeceklerim garip ama gerçektir ve materyalizme de bir halel getirmez. O bizim tılsımlı gücümüzdü. Mıknatıs gibi dokunduğu herkesi güçlü biçimde kendine çekiyor ve sımsıkı sarıyordu. Sahiciydi, hiç yapmacık bir tavrı, inanmadan söylediği, bilmeden konuştuğu görülmemiştir. En çok zafere inanıyor ve herkesi de inandırıyordu. BÖG yeni bir örgüt, Türkiye’de bile yeni yeni tanınıyor. Ben BÖG savaşçısıyım diyen Amerikalı, Fransız, Yunan yoldaşlarımız var. Onlar önce komutan Mehmet’e güveniyor, dolayısıyla BÖG’lü oluyorlar.

Ben bu yaşıma kadar bir sürü şey yaşadım, bu kadar öfkeli bir insan görmedim. Öfkesini  tarif etmek mümkün değil. Öfkesi yüreğinde dünyanın bütün acılarını taşımaktan kaynaklanıyordu. Yüreği acılarla doluydu. Öfkesi bundan kaynaklanıyordu. Ve bu tepeden tırnağa öfke ve tepeden tırnağa silahlı adam gülmeyi biliyordu. Gülmeyi herkes bilir. Ulaş Bayraktaroğlu, çocuklar gibi gülmeyi biliyordu. Bunu herkes beceremez yoldaşlar. Bir çocuk gibi gülüyordu yoldaşlar. Evet, o kanın, zulmün, kahpeliğin savaşın içinde, o acımasız ortamda bir çocuk kadar saf, masum, tertemiz gülüyordu.

Koca bir yüreği vardı. Yüreğine bütün insanların acılarını sığdırmıştı. Benzetme yanlış olmazsa, tıpkı çağdaş bir İsa gibi bütün insanların acılarını sırtında taşıyordu. Bütün kendini paralaması, parçalaması, her yere vurması, her şeyle savaşması bundandı. İşte bu büyük yürek sustu. Komutan Ulaş artık cismen aramızda yok. Ve savaş daha şiddetlenecek, daha sertleşecek, görevlerimiz daha ağırlaşacak ve zorlaşacak. Ulaş Bayraktaroğlu’yla güçlüydük. Onu Türkiye devrimine, bölge devrimine, Kürdistan devrimine, halkların devrimine emanet ettik. Şimdi onsuz, ama daima onunla, daha da güçlü olacağız. Ve  mutlaka biz kazanacağız, yoldaşlar!

Ekrem Demirci
Devam et...

Bir yol yapmak dünyayı değiştirmektir

0 yorum

Sorumuz şudur: Bugün Türkiye sosyalist hareketinin devrimci bir evreni var mıdır? Sorumuz bir adım daha ileri gider ve şunu sorar: Devrimciliğin bir akım olarak hayat alanlarına giriş yapmadığı siyaset pratiklerinde, bir olgu olarak devrimci yapılardan söz edilebilir mi?
Devrimci olma bir imkanı yeniden üretme ve kendi seyrini belirleme cüreti olmaktan çıkıp varoluşsal bir tanım sorununa dönüştüğü koşullarda devrimciliği belirleyecek kurucu siyasetimiz hangi saiklerce belirlenecektir? Bugün devrimcilik yapma isteğimizle, arzumuzla kendimize bir yol yapma arasındaki gerilimin orta yerinde olduğumuz da aşikar. Aşikar olan bununla sınırlı değil: Bugünün ruhunu, algısını ve duygusunu durmadan kurmaya çalışan liberal hegemonik siyasetin sinikleştiridiği ve belli düzeyde özgüvenden yoksun kıldığı yıkıcı bir kuşatma da aşikar. Ama 20. yüzyılın ve Türkiye’nin kolektif biliçaltından sıyrılıp gelen devrimci  deneyimlerimiz de aşikar. Demek ki bugün devrimciliği bir anı olmaktan çıkartıp tarihin devrimci yıllarını yeniden çağırmak ve devrimciliği bir akım haline getirmekle karşı karşıyayız.

Bu bakımdan devrimcilik bireylerin ve öbeklerin kendini örgütleme “hikaye”lerinden fazla ve farklı bir şey. Bu farkı anlamak devrim uğruna bir yola çıkmak için büyük öneme sahip. Kendi yolumuzu yapmak ama bunu devrimcilik yapma isteği olan bütün insanlarla, kolektif bir yol hikayesine dönüştürerek yapmak, bizim yolumuzu açacak biricik olanaktır. Devrimcilik bireylerin ve öbeklerin kendi “destan”larını, hikayelerini yazma işi değildir. Devrimcilik bir yol açma işidir, kendinden dışına doğru taşma eylemidir. Taşarken toplumsal alanların kırılgan noktalarına temas edip o kırılgan teması büyüterek yolu genişletmektir. Devrimci cesaret ve cüret devrimci bir marifete, bir kuruculuğa doğru seyretmediği sürece kendimizin devrimcileri olarak kalmaya mahkum oluruz. Önemli olan bizim devrimci olmamız değil hayatın devrimcileşmesidir. İşte devrimciliğin yeniden bir akım haline gelmesi bu bakımdan büyük  öneme sahip.

Kendi hikayelerimizden çıkarak yol açmak

Bu yazdıklarımızdan hareketle şu sorunun yanıtını arayacağız: Türkiye Devrimci Hareketi’nin bir birlik sorunu var mı? Bu sorunun bizim açımızdan yanıtı kesinlikle “evet”tir. Biz kendi  hikayemizi devrimci hareketin tüm öbeklerini buluşturacak bir yol açma, bulma arayışı, çabası olarak değerlendiriyoruz. Yakın zamanda Devrimci Karargah partimize katılım kararı aldı ve birleştik. Şimdi bu yol açma arayışımızı daha da güçlenmiş olarak sürdüreceğiz. Bu buluşmayla kendi hikayelerimizden çıktık. Devrimci Karargah’la kendi hikayelerimizden çıkarak oluşturduğumuz sentez üzerinden devrimci hareket içinde bir tartışma yürütmek istiyoruz. Devrimci parti ve çevreler arasındaki ilişkilerde, birlik ve ayrılık sorunlarına yaklaşımda yeni bir tarzın hakim olmasını istiyor, bunu örgütlemeye çalışıyoruz.

Burjuva dünyada esas olan rekabet ve güç ilişkileridir. Birlik tartışmaları, çoğunlukla bu yönelim içerisine giren öznelerin birbirlerinin ileri olan yönleri üzerinden kavradıkları bir süreç  olarak örgütlenmemektedir.  Birlik ve ayrışma tartışmaları çoğunlukla, pazarlık ve burjuvazinin amentüsü olan değer yasası üzerinden yürümektedir. Nicelik esastır bu dünyada. Ve terazinin kefesine konulan sayısal büyüklüklerdir. Bu mantık silsilesi hakim olduğu müddetçe, birlik tartışmaları hükmetme ve yutma ilişkisi olarak kodlanır, böyle de işletilir. Bu şu demektir: Devrimci harekette birlik ve ayrışma konuları burjuva sınıfın kavram setleri üzerinden tartışılmaktadır. Küçük devrimci bir öbeğin bilinen hacimce daha cüsseli -neye göre cüsseli bu da belirsizdir- bir parti veya örgüte katılım yaptığında, daha cüsseli olan örgüt “falancalar da bize katıldı” diyerek bir böbürlenme konusu haline getirir. Gerçekte etrafa biz şu grubu/örgütü/partiyi yuttuk, mesajı vermiş olurlar.  Baştan söylemiş olalım bu dili, kültürü reddediyoruz!  DKP, Devrimci Karargah’tan yoldaşlarımızla, Devrimci Karargah’ın Orhan Yılmazkaya şahsında somutlaşmış olan mücadele deneyimi ve birikimiyle birlikte daha da büyümüştür.

DKP’nin oluşum süreci, en son Devrimci Karargah’ın da bu birliğe katılımı, birlik deneyimi ve pratiği olarak önemlidir. Bu süreç tüm yönleriyle devrimci hareket için birlik ve ayrılıklar üzerine eğitim konusu haline gelmelidir. Devrimci harekette tabandan gelişen bir birlik dinamiği var. Devrim mücadelesini büyütme iddiasını taşıyan hiçbir öznenin önüne geçemeyeceği bir dinamiktir bu. Biz devrim yapma iddiasındaysak bu dinamiğe  gözümüzü kapatamayız. Devrimci Komünarlar olarak, tüm devrimci siyasal güçlerle birleşmek istiyor ve bunun çabasını gösteriyoruz. Birleşmeyi katılım olarak anlamıyoruz. Bir yere katılmak gerekiyorsa biz herkesten önce bizden ileri olan kim varsa, o mevzilere katılacağımızı parti kongremizde karara bağladık. Ve tüm güçlere partimizin böyle bir daveti tereddütsüz kabul edeceğini ilan ettik. Yine kongremizde devrimci parti ve örgütlere katılım çağrısı da yaptık. Bu ifadeyi düzeltelim istiyoruz; -kişi, çevre veya örgüt- kimseye katılım çağrısı yapmıyoruz. Devrimci güçlere, sınıf mücadelesini devrimci savaşı büyüterek devrime birlikte yürüme çağrısı yapıyoruz.

DKP’de simgeleşen birlik anlayışımız devrimci harekette hakim olan bürokratizmden kopuşun da ifadesidir. Asla mezhepçi yaklaşmadık, yaklaşmıyoruz. Asla dar grup diplomasisi yürütmedik, yürütmüyoruz. Asla küçük esnaf hesabıyla bir bizden, bir onlardan veya biz büyüğüz pastanın büyüğü bize anlayışıyla yaklaşmadık, yaklaşmıyoruz. Biz komünist devrimcileriz!  Varlık amacımız sınıfsız, sınırsız, özgür bir toplumun yolunu açacak olan devrimi gerçekleştirmektir. Bu anlamda yaşamımızda değer yasasının tüm ölçütlerini reddediyor, değer yasasına gönderme yapan tüm cümleleri hükümsüz kılarak ilerliyoruz/ilerleyeceğiz. DKP’yi oluşturmak için ilk yola çıktığımızda tek bir ilke belirledik: Bir araya gelen partilerin ortalamasını alarak bir birlik oluşturmayacağız. En ileri yanlarımızı esas alacağız. Kim hangi alan veya konuda ilerideyse birliğimiz o alan veya konuda bu ileri olanın ekseninde buluşacak. İşte bu ilke, birliği pazarlık unsuru olmaktan çıkarmış olan ilkedir.

Tarihsel haklılığımızdır bizi güçlü kılan

Boşluktan gelmedik bir tarihten geliyoruz ve bu tarihin içindeyiz. Bütün sorunlara rağmen var olmamız ve bu zayıf halimize rağmen tüm gerici ve faşist güçlerin  politika yaparken bizi bir tehdit unsuru olarak parametreye dahil ediyor olmaları, biz farkında  olalım olmayalım, bir güç olduğumuzun açık kanıtıdır. Bu parçalı ve cılız maddi varlığımızla devasa boyutlardaki egemen kesimleri korkutuyor olmamız, taşıdığımız yıkıcı yaratıcı güçle, tarihimizle ilgilidir. Bugün maddi güç olarak ne kadar zayıfsak, bu zayıflığımızla kıyas kabul etmez muazzam bir tarihsel güce sahibiz.
Güç olmamızın bir diğer göstegesi, her şeye rağmen, bugün en zayıf  halimizde bile bu azgın ve kanlı güçler önünde, bir an bile diz çökmeden devrim bayrağımızı hiç yere düşürmeden dik tutmuş olmamızdır. Burjuvazi ve onun faşist devleti şunu çok iyi biliyor ki, sınıfsal/toplumsal bir kaynama noktasında devrimci hareketin bir dokunuşuyla bir isyanın/ayaklanmanın kapısı çok rahatlıkla aralanabiliyor. Gazi Katliamı’na devrimci  hareket bu dokunuşu yapabilmiştir örneğin. Yakın zamanda ise bir Gezi isyanı yaşadık.  Hiç beklenmeyen bir anda birikmiş olan öfkeyle, henüz cılız da olsa protestodan direnişe doğru evrilmeye başlayan dalgayla devrimci hareketin buluşması muazzam bir enerjinin açığa çıkmasını sağlayabiliyor. Gezi’de devrimci hareket bu potansiyelinin farkına çok varmadan konumlanmıştır. Ancak yine  de “marjinal”liği örgütleyebilmiş ve devrimci şiddeti kitleselleştirerek devletin sınır çizgilerini zorlayabilmiştir. Milyonların isyanıyla Gezi, somut olarak hem devasa gücümüzü hem de devasa güçsüzlüğümüzü, iflah olmaz dar grup evrenimizin hastalıklarını somut olarak bizlere göstermiştir.  Biz tarihsel haklılığımızın ve gücümüzün rüzgarını arkamıza alacak şekilde iç evrenlerimizi parçalamanın arayışı içerisindeyiz.  Bu iç evren adeta bir fasit daire. Işte biz, içinde bulunduğumuz bu fasit daireyi nasıl kırabileceğimizi, devrimci hareketin tüm diri birikimini nasıl buluşturabileceğimizi tartışmak istiyoruz.

Haklı olan, geleceği temsil eden biziz! Bu halk özgürlük, eşitlik, adalet arayarak her ayağa kalktığında daha önce olduğu gibi bizim sembollerimiz ve şiarlarımızla ayaklanacaktır. Başka bir eğilimin böylesi ne bir tarihi ne de küçük bir sembolü vardır! Dinci faşistler ve millici faşistlerin, liberallerin, Kemalistlerin  bu toplum için ödedikleri bir bedel, yarattıkları bir değer yoktur. Yeni bir özgürlük dalgası yükseldiğinde gene kitleler, Deniz, Mahir, İbrahim’in resimleri ve sloganlarıyla yürüyecekler.

Mevcut halimizin yanısıra tarihsel ve potansiyel gücümüzle biz aslında iki biziz! O halde bu birbiriyle buluşmayan iki kol gibi akan nehri buluşturacak ve öne çıkacak her engeli yıkıp geçecek taşkın bir nehre dönüştürecek siyaseti nasıl kuracağız? Somut “biz”, mevcut zayıf, dağınık ve atomize olmuş halimizle parçalı varoluşumuzdur. Devrimci Komünarlar olarak, bu somut “biz”e gözümüzü kapatmıyor, devrimci tüm dinamiklerin buluşmasını önceliyoruz. Diğer yandan tarihsel olarak kanla ve emekle yoğrulmuş büyük devrimci geleneğin temsilcisi bir  “biz” var. Biz, hem tek tek zayıf ve ektisiz örgütleriz hemde tüm düzen güçlerini korkutan hak aradığında ayağa kalkan milyonların bayrağıyız.  Siyaseti bu iki “biz”i diyalektik bir bütünlük oluşturup devrime önderlik edecek devrimci özneyi inşa etme üzerine kurmak zorundayız.

İleri, devrimci olan kimde ve neredeyse o bizimdir! 

Herhangi bir devrimci müfrezemiz, bu kimden olursa olsun, bir buzkıran gibi, önden atılımlarla tüm devrimci hareketi ileri çektiğinde farkında olalım  veya olmayalım bizi ve bütünü ileri bir çizgiye çekmiş olur. Devrimci öncülük denilen bayağı böbürlenme ve sıradan iddiacılıktan öteye tam da böyle bir gerçekliktir. Devrimci hareketimizin bir bölüğü, bir fraksiyonu mevcut olandan daha ileri teorik-partik bir hat oluşturursa, yeni bir alan açarsa bu bizimdir. Devrimci hareketi ileri sıçratacak bütünlüklü teorik pratik bir adımı kim atıyorsa, bu müthiş devrimci adımdır ve bizim öncümüzdür, büyük bir moralle onun bu adımıyla buluşacağız. Bu zaten bizizdir, devrimciysek böyledir. “Biz” diye kendilerine küçük dünyalar kuranlar, buradan dışındaki dünyaya bakanlar devrimci olamaz. Zira devrimcilik bambaşka ufukları ve büyük ütopyaları gerektirir. Bütün insanlığı din, dil, cins, renk ayırmadan birleştireceğiz, tüm sınırları ve sınıfları ortadan kaldıracağız, iddiasında olanların kendi farkındalıkları olmak zorundadır. Bu iddialardan -komünizim ve devrim iddiası budur- ya vaz geçeceksiniz yada küçük dükkancılıktan vazgeçeceksiniz. İkisi tam bir garabettir. Ve ama ne yazık ki,  mevcut devrimci mahallemizin, “biz”in, durumudur.

Bizim bu mevcut “biz”le bir problemimiz var. Bunca kelamımız bu yüzdendir.  Biz Devrimci Komünarlar olarak, kendimizi değiştirip dönüştürürken ve büyük bir savaşa hazırlarken aynı zamanda devrimci hareketin,  yani mahallemizin dağınıklığı ve atomize olmuş haliyle de ilgiliyiz. Gücümüzün ve enerjimizin çoğunu devrimciliğin ortak değer ve alanlarının güçlenmesi için harcıyoruz ve harcamaya devam edeceğiz. Emperyalist kapitalist sistemle, faşist devletle girişmiş olduğumuz bu büyük savaş başka türlü kazanılamaz. Grupçuluk düzendir ve grupçuluğun hakim olduğu dünyanın tüm kazanımları olsa olsa kapitalist sistemi güçlendirir. Mahalle yanıyor ve ateş her bir tarafı kaplamışsa, kimse sadece kendi evini kurtaramaz.
Nasıl ki yangını bulunduğumuz konumda ve verili olanaklarla engelleyemezsek, saldırıları da aynı tarzda kendi örgütlerimize daralarak karşılayamayız. Ayrıca sorun artık boyut değiştirdi, saldırıları ulusal sınırlara daralarak bile karşılayamayız. Diğer yandan sorunumuz karşılamak ve direnmekle sınırlı da değildir. Böyle bakarsak da kaybederiz. Savaşı direniş ekseninde değil, kapitalist sistemi yıkmak ve nihai zafere doğru yol almak için topyekün devrimci taarruza hazırlanmak zorundayız. Bugün devrimciliği, sekt grup yapılarımıza ve dar direnişçiliğe daralmadan ayaklarımızı yerele sağlam basarak, ancak bölgesel ve evrensel planda kurgulamalıyız. Her büyük başlangıç küçük bir adımla başlar. Bunu unutmayacağız. Komünizm evrenseldir ama ayağımızı yerden kesersek, kendi yerelimizin sorunlarından koparsak boşluğa düşer,  oportünizme doğru yol alırız.
Biz bu eleştirdiğimiz ortamın veya gerçekliğin tam içindeyiz. Ve her güçle aynı durumdayız. Tek farkımız farkındalığımızdır, biz kendi somut varlığımızın farkındayız. Tek ileri yönümüz ve farkımız budur. Biz faydacı değiliz ve dünyaya  ve yaşama kendi küçük penceremizden bakmıyoruz. Bir tutam ot için bir mahalleyi yakanlardan değiliz. Bize biraz kar getirsin gerisi yıkılsıncılardan değiliz. Biz bir görüntü peşinde değiliz. Biz büyük ve kıran kırana bir savaşa hazırlanıyoruz. Bugün, bu yangın yerinde, bu savaş coğrafyasında görüntünün hükmü geçmez. Sıradan solculuk görüntüyle idare edebilir ve belirli bir dönem ve belirli koşullarda bu etkili de olabilirdi, ama bugünün dünyasında Ortadoğu’da sahtelik on para etmez. Kıran kırana güçlerin çarpıştığı ve kapıştığı bu ortamda salt propagandif güç, güç değildir. Savaş gerçekliktir ve gerçekliğin dönüştürücüsü ve yeniden inşacısı da gerçek güçler olabilir. Biz kendini kandıranlardan olamayız. Savaş ve devrim bugün içiçedir. Bu, bizim tercihimiz değil taş gibi bir gerçekliktir. Devrim sözcüğünü ağzına alanlar, savaş gücü olmak zorundalar.

Anlatılan bizim hikayemizdir

DKP bir birliken doğmuştur ve eski örgütler artık tarih olmuştur. Bir daha eski örgütlere dönüş mümkün değildir. Ama birliği sadece bu yönüyle okumak, böyle anlamak da eksiktir. DKP, daha büyük bir grup mu olacaktır, yoksa devrimci bir kopuş gerçekleştirip gruplar evreninden çıkıp devrim yapma iddiasını taşıyan devrimci bir özne olmaya sıçrayacak mıdır? Tüm meselemiz budur.
Aslında kendimiz üzerinden konuşmaya çalıştığımız sorun bizi de içeren ama aynı zamanda bizi aşan bir sorundur. Devrimcliği  bir imkan olarak yeniden örgütlemek  onu  tutarlı ve kendinin farkında olan partiye,  parti gibi savaşan partiye dönüştürmek, öncü olmanın hakkını veren bir eylem alanına dönüştürmek devrimcileşme sorununun temel sorunudur. Ve bu, devrimci olduğunu idda eden bütün öbekler için bağlayıcı, kolektif bir sorundur. Biz bu sorundan kaçmayacağız. Yokmuş gibi davanmayacağız. Biz devrimcileşme sorununun bir parçası olduğumuza göre devrimcileşmenin de imkanının bir parçası olarak kendimizi, örgütsel ilişkiler sisitemimizi ve daha önemlisi failliğimizi yeniden tasarlayacağız. Hayatı deneyimlemek ve buna her anlamda cüret etmek, kendini yeniden yeniden keşfetmektir. Her deneyimi bir keşfe dönüştürme bir maharet işidir. Maharetimizi devrimciliğimizde aramaktan, hayata ve kendimize sorular sormaktan korkmaycağız. Biz dünyanın farklı coğrafyalarında dünyayı devrimcileştirmek isteyen, büyük isyanın, kalkışmaların ve sınıf hareketlerinin asli parçasıyız ve bileşeniyiz. Biz dünyayı değiştirmek istiyoruz. Failliğimizde ifadesini bulan bu devindirici güç,  bizim varoluş sebebimizdir.
Dünyanın acı çekilen bir yer olması nedenselliğimizdir. Bizi dünyanın her hangi bir yerinde inşa eden nedenselliğimizle varoluşumuz arasındaki  yıkıcı ilişki, dünyaya müdahale etme şeklimizin ve araçlarımızın da bir açıklamasıdır. Bu yüzden solculuğu ” radikal” kurgudan kurtarmak ve onu devrimci evrenimiz içinde yeniden tasarlamak “radikal” gramer yerine, devrimci bir gramere bağlamak, bugün ideolojik olarak büyük önem taşıyor. Verili derimciliği “solculuk”tan, solculuğu piyasa solculuğundan ve liberal sayıklamalardan kurtarmak için göstereceğimiz  çaba geleceği ele geçirme mücadelemizin en önemli eşiklerinden biridir.
Her kehanet kendini gerçekleştirmez ama, biz bir kez dünyaya bir kehanette bulunmuşsak, daha önce çok kez olduğu gibi, bu kehanet kendini gerçekleştirecektir. Kendini gerçekleştiren o kehanet, dünyanın devrimci yıllarının yeniden gelmesidir. Bu yüzden bizim devrimciler arasında birliğe yaklaşımımız sayısal bir öbek oluşturmak değildir. Devrimciliğin yeni imkanlarını arama girişimidir. Sadece devrimciliği bir imkan haline getirme de değil kendi yolumuzu yapma ve yürüme girişimidir. Bu bakımdan her devrimci birikim  bizim için büyük kıymet biriktirme sorunudur..
Devrimimizin yakıcılaşan ihtiyacı bugün güçlü bir niteliği oluşturma, buluşturmadır. Devrimci komünarlar olarak biz, tüm devrimci odaklarla birliği  bu perspektif ışığında değerlendiriyoruz. Mesele, kimin ne kadar gücü var, on zayıftan bir şişman oluşturma sorunu değil TDH’nin devrimci savaşımı yükseltme potansiyellerini, dinamiklerini bütünüyle açığa çıkarma, harekete geçirme meselesidir. Mesele devrime yol olmak, devrime yürümektir!

Mehmet Güneş 
Devam et...

Kapitalist kent ve devrimci savaşım

0 yorum
Şehir, sömürü düzeni, ideolojik ve yönetsel hegemonyasını sürdürebildiği sürece sadece burjuvazinin kalesidir. Diğer taraftan şehir devrimci işçi sınıfı ve halkların özgürlük yolunda harekete geçtiği andan itibaren, onun her tuğlasında, kaldırım taşında, her yerinde alınteri ve kanı olan devrimci kitlelerin gerçekten yaşamak ve zulme karşı savaşmak için ihtiyaç duyduğu olanaklarla dolu büyük ormanıdır. Doğru değerlendirilirse kent olarak adlandırılan büyük ormanın tüm imkanları, onu ‘gerçek’ yapanların tutsaklıktan kurtuluşunun hizmetinde olacaktır. Heryerde olan proletaryadır. Sömürücü asalak sınıfının temizliğini, yemeğini yapan, giysilerini diken, evlerini inşa eden, sağlık hizmetlerini sunan … onlardır. Proletarya hiçbir yerdedir çünkü; kendine ait olmayan, sömürücü asalak sınıfın onu herhangi bir araç gibi kullandığı hayatı yaşamaktadır. Kendi köleliğini haklı bulanlar ve efendileriyle özdeşleşenler kapitalist kent olarak adlandırdığımız iktidar anıtının yıkılmasının imkansızlığından bahsederek durmaya devam etsinler! Özgürlük uğruna savaşanlar büyük ormanın barındırdığı devrimci imkanları görmektedir ve bu imkanları sonuna kadar kullanmakta tereddüt etmeyeceklerdir.

Kapsadığı büyük nüfus yoğunluğu, üretim-tüketim-idari sistematiği ve örgütlenmesiyle kapitalist kent bütünleştirici, mekansal bir mekanizma görünüşü arz eder. Sadece görünüşü esas almak gerçeği bulmaya yaklaşmak açısından sakıncalıdır. Biçimsel olarak bütün gibi görünen kapitalist kentte, burjuvazi ve proletarya iki karşıt sınıf olarak birbirine hiç karışmadan iki farklı dünyada yaşamaktadır. Bu noktada mekansal yaşam ayrılığından çok yaşama şartları ve biçim ayrılığından bahsediyoruz. Dolayısıyla artık kapitalist kent kapsamında burjuvalara ait bir iç dünyadan işçi sınıfı ve emekçilere ait dış dünyadan bahsedebiliriz. İç dünya toplumsal üretimin bütün olanak ve ürünlerinden, hizmetlerinden faydalanmaktadır. Dış dünya tüm toplumsal değerleri ürettiği halde kendi yarattığı imkanlardan sadece ölmeyecek ve üreyebilecek kadar faydalanmaktadır. Bu çalışma kapsamında kapitalist kente dair yapmaya çalışacağımız analizler esas olarak iç dünyayla dış dünyanın çatışmasına odaklanacaktır. Bu doğrultuda öncelikle kapitalist kentin ne olduğunu açıklamamız gerekmektedir.

Kapitalist kent, klasik kent ile aynı şey değildir. Onu, kentin tarihsel ortaya çıkış şartlarının herhangi bir ürünü olarak nitelendiremeyiz. Bununla birlikte sadece burjuvazinin iktidar merkezi olması itibariyle de klasik kentten ayrılmaz. Kapitalist kent, burjuvazinin iktidar merkezi olması yanı sıra kaçınılmaz bir şekilde gerçekleşecek olan proletarya devriminin de merkezidir. Kapitalist kent ahlaksızlığın, anti-kültürün, yoksulluğun, insanlığa karşı işlenen suçların… ve eşitsizliğin-sömürünün üretildiği ve dayatıldığı bir tür tutsaklık mekanizmasıdır. Diğer taraftan devrimci proletaryanın ve halkların, bu zulüm düzenine karşı direnişinin ve özgürlük savaşımının da merkezidir.

Klasik kent, kapitalizm öncesi kenttir. Genel olarak kır yerleşiminden, köyden farklı özellikleriyle tanımlanır. Kent nüfusunun, köy nüfusundan fazla oluşu, zanaatların gittikçe gelişerek örgütlenmesi, ticaret merkezi oluşu alt yapı ilişkilerine ait özellikleridir. Özgün hukuk-yerel yönetim işleyişi-eğitim sistemi, inanç merkezine sahip olması üst yapıya ait olan özellikleridir. Bütün bu özellikler kapitalist kentte de mevcuttur. Fakat, kapitalist kent sadece kent öncesi yerleşimlerden klasik kentin farklarıyla nitelendirilemez.

Kapitalist kent sanayi, tarımsal üretim, ticaret, finans hizmet üretiminin tümünü yöneten ve planlayan merkezdir. Eğitim, sağlık, inanç ve askeri kurumların idaresi de kapitalist kent örgütlenmesinin kontrolündedir. Kapitalist kent örgütlenmesi, merkezi devlet ve yerel yönetim kurumlarının bütünsel ve sistematik işleyişidir. Her kapitalist kent, ulus devletin organik ve yönetsel elemanıdır. Emperyalist güçlerin tesis ettiği ilişkiler ağının bir parçasıdır. Kapitalist kent, doğal yaşamdan kopuşun insanın doğa üzerinde kurmaya çalıştığı -imkansız- egemenliğin doruğudur. Bu yaklaşımın pratikleşmesi sonucu kır-kent çelişkisi çıkabileceği en yüksek seviyeye çıkmıştır. Görüldüğü gibi klasik kentteki gibi sadece üretimin artışı sonucu insan yaşamını devam ettirecek temel ürün fazlasının elde edilmesi, toplumsal yaşamın sürdürülmesine uygun coğrafi şartlarda çok sayıda insanın bir araya toplanarak örgütlenmesi, tarımsal ürünü arttıran zanaatların gelişimi vb. gibi maddi ilerlemeler kapitalist kentin oluşumunu açıklamaya yetmemektedir. Üretici güçlerin gelişmesine denk düşen bahsettiğimiz bazı sonuçlara bağlı olarak belli bir yönetsel erk tarafından depolanan fazla ürünlerin toplumsallaşmayı arttırma doğrultusunda dağıtılması da kapitalist kentin oluşumunu açıklamaz. Bu ve benzeri gelişmeler zaten klasik kentte mevcuttur. Sanayi devrimi de bahsettiğimiz gelişmelerin sonucu ve devamıdır. Bu nedenle sanayi devrimi kapitalist kentin oluşumunun temel sebebi değildir.

Sanayi devrimi, kapitalist kent örgütlenmesinin gerçekleşmesine yarayan koşullardan sadece biridir. Kapitalist kent, sadece bir yönüyle ve tarihsel bir evre açısından mekansal ve teknik olarak sanayinin merkezi olarak adlandırılabilir. Bu gerçekliği gözden kaçırırsak fabrikaların, sanayi üretim merkezlerinin kentler dışındaki konumlanmalarını ve ”belli bir ulus devlet koruması” altında olan monopollere ait  fabrikaların bağlı oldukları ulus devlet sınırları dışındaki üretim tesislerinin varlığını açıklayamayız. Ulus devletin ortaya çıkışına denk düşen serbest rekabet evresi aynı zamanda tekelci kapitalizme geçişin koşularını hazırlamıştır… Bahsettiğimiz kapitalizmin oluşum evresi kapitalist kentinde gerçek manasıyla ortaya çıkış sürecidir. Serbest rekabet döneminin zorunlu kapitalist girişim anarşisi tekeller lehine sonuçlandığında kapitalist kent gerçek manasıyla ortaya çıkmıştır.

Kapitalist kent esas olarak tekelci kapitalizmin hakimiyetiyle nitelendirilebilir. Serbest rekabet döneminde kent, yeni teşkil olan işçi sınıfının primitif direniş, iktidarı tam olarak teşkil etmek yolunda çabalayan burjuvazinin ”devrim”, elinde ne kadar kaldıysa kalanı korumaya çalışan feodal kalıntıların karşı devrim alanıdır. Sanayi kenti olarak adlandırılan merkezler, burjuva iktidarının kaos halinde gerçekleşen doğum alanlarıdır. Kapitalist tekellerin hakimiyet merkezi olarak kent; burjuva ordusunun, parlamentosunun, hukukunun, eğitim sisteminin ve ideolojik aygıtlarının olabilecek en üst düzeyde merkezileştiği ve kendi sınıf çıkarları doğrultusunda senkron sağladığı gittikçe genişleyen mekansal merkezi iktidar anıtıdır. Bu noktada milyonlarca insanın bir arada yaşadığı bir tür açık hava hapishanesiden bahsediyoruz. Bu hapishanede görünen duvarlar olduğu kadar görünmez duvarlarda vardır.

Kapitalist kenti ortaya çıkartan dinamikler özetle şunlardır:

Sanayi devrimiyle beraber kentin kıra hakim olma süreci tamamlanmıştır. Bu durum yapısal kaçınılmaz bir ana eğilimin toplumsal değişim sürecine hakim olmasıdır.
Tarımsal üretim, bu eğilim doğrultusunda süreç içinde gittikçe sanayi üretiminin ve ona bağlı örgütlenmenin denetimine girmiştir. Bahsettiğimiz sürecin sonucunda kapitalist tarımsal üretime geçilmiştir.
Kır nüfusu kentlere akmış ve kapitalist kentin idaresi altına girerek işçileşmiştir. Bir yanıyla işçileşen kitlelerin kapitalist kenti, kapitalist kentin ise işçi sınıfını yarattığını belirtebiliriz.
Kapitalist kentin embriyo, tam olarak gelişmemiş hali serbest rekabet döneminin geçiş kentidir. Kapitalist kent tekellerin hakimiyet kurmasıyla tam olarak ortaya çıkmıştır.
Kapitalist kent üretimin devrimsel nitelikte artışına rağmen üretim biçiminin ve sonuçlarının irrasyonalleşmesi, insanın insana-insanın emeğine yabancılaşması, anti-demokratik merkeziyetçi yönetimin tam hakimiyeti, sürü biçiminde yaşayan insan topluluklarının depresyonu, yoğun bir iletişimsizlik ve yalnızlaşmadır. Kapitalist kent herkesin ihtiyacına yetecek ve hatta fazla gelecek miktarda metanın işçi sınıfından ve halklardan esirgendiği depodur. Bu büyük depo küçük bir hırsızlık çetesi olan tekelci burjuvazi ve işbirlikçilerinin elindedir. Kapitalist kent, bilginin ve vasıfların üretim merkezidir. Fakat, niteliği üreten eğitim ve öğretim kurumları burjuvazinin lehine, halkın aleyhine çalışmaktadır. Kapitalist kent, egemen sınıflara sağlık sunarken halka hastalık yaymaktadır. Kapitalist kent, işçi sınıfı ve halkların mekansızlıklarının istiflendiği çaresizliğin esaretidir. Milyonlarca insan aynı mekanlarda iç içe yaşarken birbirinin farkında olamayacak durumdadır. Ulaşım olanakları işçi sınıfının ömür törpüsüdür. Emekçiler bir yerden diğerine özgürce seyahat edemezler, sömürülmek üzere nakledilirler. Kapitalist kentin sömürücü ve baskıcı işleyişine ve ürünlerine daha birçok örnek verebiliriz.

Kapitalist kenti fiziki ve sosyal özelliklerine göre iki yönden analiz etmek gerekir. Fiziki özellikleri içinde bulunduğu doğal koşullar ve sosyal duruma bağlı kent yerleşim-yönetim planı olarak iki alt başlığa ayrılır. Coğrafi özellikler; iklim, ulaşım koşulları, binaların durumu, yollar vb. kentin doğal koşullarını anlatır. Deniz kenarındaki ve dağların arasındaki kentin gerillaya sunduğu imkanlar ve imkansızlıklar farklıdır. Soğukluk-sıcaklık ve en önemlisi ani değişen iklim şartları devrimci savaş taktiklerinin uygulanması yolunda fırsatlar sunar. Yolların fiziki özellikleri ve trafiğin durumu bilinmeli, doğru değerlendirilmelidir. Binalar ve evlerin dizilişinden, yüksek ya da alçak oluşlarından yararlanmayı bilmek gerekir.

Kent yerleşim planı, ender görülen iç içe geçme durumları hariç sosyal sınıfların yaşam ve çalışma biçimlerine göredir. Kent yerleşim planının temel bölümleri şunlardır; varoşlar, işçi semtleri, sanayi merkezleri, burjuva semtleri, askeri koruma alanları, kent merkezleri. Varoşlar, işçi semtleri ve sanayi merkezleri gerilla için üslenme ve örgütlenme alanlarıdır. Üslenme ve örgütlenme alanlarında esas olan devrimci güçleri koruma ve faşist düşmanın hegamonyasını kırmaktır. Bu alanlarda ilk hedef, düşman hareketini kısıtlamak olmalıdır. İkinci hedef, devrimci güçlerin korunaklı gelişim alanlarının, komün güçlerinin oluşturulmasıdır. Üçüncü hedef, düşman güçlerinin varoşlarda, işçi semtlerinde ve sanayi merkezlerinde etkisizleştirilmesidir. Sanayi merkezlerinde verilen devrimci savaş üretimin kontrolünü ele geçirmeye yönelik olmalıdır.

Kapitalist sistem, kent merkezi vasıtasıyla bütünlüğünü ve işleyişini sağlar. Kuşkusuz devrimci savaşın hedeflerinden biri kent merkezlerini ele geçirmektir. Kent merkezlerini ele geçirmeye yönelik temel devrimci savaş tarzı aşağıdaki aşamalara göre planlanmalıdır:

Kitlelerin kent merkezini hedef alarak sürekli taaruz durumuna geçmesi sağlanmalıdır.
Kent merkezinde faşist düşman karşısında konumlanmayı sağlayacak alanlar ele geçirmelidir.
Kent merkezi tümüyle ele geçirilmelidir.
Bu doğrultuda gerilla savaşı ve ayaklanma yöntemi (toplumsal koşullara göre, fırsatları değerlendirerek) birlikte kullanılmalıdır. Ayaklanma kendiliğinden ya da öncü tarafından yönlendirilmek suretiyle de gerçekleşebilir. Devrimci öncü, gelişebilecek toplumsal hareketlere her zaman hazır olan devrim hedefi doğrultusunda sevk ve idare yapabilendir.

İşçi sınıfı ve emekçilerin yaşam alanlarında gerçekleşen örgütlenmeye düzen güçlerinin saldırıları kaçınılmaz bir şekilde gerçekleşecektir. Faşist düşmanın yerini bilmediği, bulamadığı hedeflere saldırması mümkün değildir. Bu nedenle gerilla hiçbir yerdeyken her yerde olmalıdır. Düzen güçleri işçi sınıfına ve halka saldırdığında gerilla savunma pozisyonunu, asla düşmanın seçtiği alanda gerçekleştirmemelidir. Bununla birlikte savunmaya kilitlenme zayıflığına da düşmemelidir. Böyle durumlarda hızlı ve hareketli olmayı esas almalı ve kesintisiz devrimci taarruz tarzıyla burjuva semtleri-mekanları ve onları koruyan kolluk kuvvetleri hedef alınmalıdır. Faşist partiye işçi ve emekçileri avlamak için yola çıkmanın bir bedeli olduğunu Özgürlük Güçleri göstermelidir.

  Kentin Barındırığı Devrimci Olanakların Kullanılması

  Kentlerin devrimci savaşın yürütülmesi için birçok olanak ve fırsatı barındırdığını tespit ettik. Fırsatların ve olanakların tespit edilmesi gerekir. Fakat, sadece tespit etmek başarı için yeter şart değildir. Fırsat ve olanakları kullanabilecek yeteneklere de sahip olmak gerekir. Sürekli eğitim faaliyetinin yanı sıra savaşçı gerçekten savaşmayı ancak savaş alanlarında öğrenebilir. Devrimci savaşı sürdürebilmek için gerekli olan yetenekler de kullanılarak geliştirilir.

Özgürlük savaşçısı kaldıramayacağı yükün altına girmemelidir. Diğer taraftan kolaya kaçarak kapasitesinin altındaki hafif yükleri kaldırmayı tercih ederek yapılması gereken işlerden kaçınılmamalıdır. Doğru tarz, insanın tam kapasitesini kullanarak yapılması gereken ve yapabileceği işe yönelmesidir. Devrimci faaliyet böyle uygulanırsa insanın neyi yapıp yapamayacağı, hangi konuda eksik veya tam olduğu ortaya çıkacaktır. Eksikliklerin farkında olan bir devrimci eksikliklerinden kurtulma şansını elde etmiş olur. Neler yapabileceğini, başarabileceğini gören bir devrimci birçok engeli aşabilir ve sorunları çözebilir. Kendini yönetemeyen biri devrimci savaşı hiç yönetemez ve yürütemez.

Etkin bir güç amacına doğru aksiyonuyla tanımlanır. Belli bir sonuç, etki yaratmayan enerji potansiyel durumdadır. Ağır bir taş belli bir potansiyel enerji barındırır ve hareket geçmediği durumda gücü etkinleşemez. Fizik biliminde enerjinin korunumu yasası vardır ve taş harekete geçmese bile potansiyel enerjisini barındırmaya devam edecektir. Sosyal bilimlerde bu kanun aynı şekilde geçerli değildir. Potansiyel devrimci enerji doğru zaman, mekan ve önderliğe sahip olarak harekete geçmezse yitirilebilir.

Birim zamanda yapılan işe güç denir. Güç işin yapılma hızının ifadesidir. Harekete geçmeyen enerjinin, yapılmayan işin güç olarak bir karşılığı da yoktur. Hız gücün ortaya çıkabilmesi için formülde zorunlu olarak bulunması gereken bir parametredir! Devrimci faaliyet yan gelip yatma hali için uygun bir pratik hal değildir. Toplumsal faaliyet bir iştir ve her iş gibi amacına yönelik gerçekleşir. Toplumsal devrim amacına yönelmek için varolan duruma güç uygulayarak potansiyel enerjiyi harekete geçirmek gerekir. Hareketin başlaması yeterli değildir. Gücün doğru hedefe yönlendirilmesi gerekir. İşte bu yönlendirme özelliğini, sevk idare yeteneği olarak adlandırıyoruz. Sevk kavramını bir yerden bir yere, bir durumdan başka bir duruma taşıma, idare kavramını ise bu faaliyeti gerçekleştirmek için engelleri aşma eylemlerine karşılık olarak kullanıyoruz.

Sevk-idare etmek, belli bir amacı gerçekleştirmek için örgütlenmiş yapıyı hedefine ulaştırma işlemidir. Komutanın, önderin olmazsa olmaz özelliği sevk idare yeteneğine sahip olmasıdır. Komuta sorumluluğunu almak, inisiyatif sahibi, karar verici ve kararlarının sorumluluğunu taşıyacak nitelikte olmayı gerektirir.

Kapitalist kent insanı nesneleştiren bütünsel sömürü ve baskı mekanizması olarak çalışır. Dikey merkeziyetçi ve hiyerarşik esaslı işleyiş ve örgütlenme, itaat edenlerle itaat edileni üretmektedir. Bu sistem düşünsel üretim  tembelliği yaratma yoluyla düşünmeden çalışmanın ve yaşamanın işleyişini sürdürmeye çalışır. Büyük bir çoğunluğun sadece yönetildiği, yönetilenleri yönetenlerin de başkaları tarafından idare edildiği, herkesin sistem tarafından kontrol altında tutulduğu mekansal düzenektir kapitalist kent.

Devrimci öncü devrimci maddenin ortaya çıkması yolunda çaba sarf eder. Ortaya çıkan devrimci madde kolektif ilişki tesis ettiği diğer devrimci maddeleri de geliştirir. Böylece devrimci maddelerin birliğinin kolektif aksiyon gücü etkinleşir.

Kapitalist kentte devrimci savaş sistemle iç içe göğüs göğüse savaşımı gerektirir. Şehirde devrimci faaliyet yoğun saldırı altında ilerlemeyi başararak sürdürülebilir. Stratejik netliğe ve taktik üretkenliğe sahip bir kadroyu kapitalist kentin engellleri durduramaz. Stratejik netlik, taktik üretkenlik ancak esneklik kabiliyetine sahip olunursa mümkündür.

Stratejiyi hayata geçiren taktikler esnek olmalıdır. Esas olan taktik yöntemin kendisinde ısrar değil, hedefe varma konusunda ısrardır. Bir nehri geçip karşı kıyıyıya ulaşmak isteniyorsa hedef karşı kıyıya ulaşmaktır. Yüzerek geçmek, bir kayık kullanmak, iki kıyı arasına gerili bir ipi kullanarak geçmek gibi yöntemleri kulllanıp kullanmamak esas değildir (Uygulanan taktik yöntemler devrimci kültüre, ahlaka ve devrim amacına uygun olmalıdır!). Esneklik kabiliyeti hedefe varacak en doğru yöntemi bulmaktır.

Bu yaklaşıma bağlı olarak gerilla savaşında mevziler daima esnek olmalıdır. Korunması gereken devrimci proletaryanın ve halkların genel mevzileri, gerillanın özgücü ve hareket kabiliyetidir. Savunulması gereken bahsettiğimiz bu unsurlar birbirine kopmaz bir biçimde bağlıdır.

Esneklik yeteneği, faaliyet üretken bir tarzla yürütülmezse etkinleşemez. Üretkenlik yeteneği, taktiklerin belirlenmesi ve ihtiyaçların elde edilmesi olmak üzere iki temel başlık altında irdelenmelidir. Taktik üretkenlik gelişebilecek her tür soruna çare bulma ve ortaya çıkabilecek engelleri kaldırma yeteneğidir. Taktik önderlik, öngörülü olmayı ve mümkün olduğunca her olasılığa göre bütünlüklü ana plana ve yedek planlara sahip olmayı gerektirir. Tecrübe birikimi, kıvrak zeka, soğukkanlılık taktik üretkenlik yeteneğini güçlendiren faktörlerdir. Gerilla, hareket halindeyken, bedensel performans sergilerken, devrimci akıl çalışırsa taktik üretkenlik yeteneği işleyebilir. Taktiklerin ve ihtiyaçların elde edilmesi silah, mali kaynak, gıda, barınma vb. teminini-üretilmesi-geliştirilmesi konuları ihtiyaçların elde edilmesi üretkenliğidir. Bu yetenek bir yönüyle lojistik örgütlenmesinin diğer yönüyle de teknik yöntemlerin verimli kullanılmasıdır. Lojistik, ihtiyaçların bulunması-saklanması-korunması usullerinin bilinmesini gerektirir. Teknik yöntemlerin kullanılması ise iş aletleri bilgisine, araç ve gereçlerin bakımı-tamiratı ve pratik üretim kabiliyetine sahip olmakla mümkündür.

Günümüzde üretimin vardığı gelişmişlik düzeyi birçok teknik uzmanlık alanı yaratmıştır. Bir kişinin devrimci yaşamı ve savaşı sürdürmek konusunda ihtiyacı olan temel teknikleri asgari olarak kullanabilmesi bazı teknik alanlarda yetkinleşmesini gerektirir. Fakat, tekniğin her alanına bir kişinin hakim olması mümkün değildir. Üretim tekniğinin her alanına ve her şeyin üretim kabiliyetine sahip olan proletaryadır. Çok açıktır ki tekniğin, devrimci mücadelenin hizmetinde etkin bir şekilde kullanılmasının yolu işçi sınıfının örgütlenmesidir. İnsan yaşamının sürmesi için gereken metaların tümünü üreten ve işlemesini sağlayan işçi sınıfıdır. Dolayısıyla işçi sınıfının devrimci örgütlenmesi aynı zamanda tekniğin devrimin hizmetine sunulması olacaktır.

Örgütlenme yeteneğinin; kendini, devrimci örgütü ve toplumu örgütlemek olmak üzere üç yönü vardır. Kendini örgütleme devrim amacı doğrultusunda devrimcinin maksimum enerjisini ve bütün kabiliyetlerini sunacağı bir planlamayı ve öz disiplini hayata geçirmektir. Devrimci örgütü organize etmek genel olarak stratejik plan ve hedefe bağlı olarak taktik üretmek ve uygulamaktır. Örgütlenmenin bu yönü büyük oranda sevk-idare ve devrimci ilişkiler-kültür tesis etmenin konusudur. Toplumsal örgütlenme ise örgütlenmenin belirttiğimiz birinci ve ikinci yönünü de içine alan çok daha kapsamlı sosyal ilişkilenme ve konumlanma bütünüdür. Devrimci öncü mümkün olduğunca geniş toplumsal ilişkiler ağına sahip olmalıdır. Devrimci olanaklar ve enerji örgütlenme faaliyetinde belli bir plana ve tarza bağlı olarak en verimli biçimde değerlendirilmelidir. Örgütlenmenin ilk adımı ilişkilenmedir. Gelişi güzel, tesadüfi ilişkilenme doğru değildir. Devrimci örgütlenmeyi sağlayacak ilişkilenme faaliyeti stratejik ve taktik planlara uygun olarak gerçekleştirilmelidir. İlişkilenmeyi tesis etmek için doğru yöntem ve planla hedefin olduğu mekana yönelmek gerekir. İlişkilenme faaliyetinde esas hedef potansiyel devrimci madde olan topluluğun (üyesi) doğal öncüsü olan kişilerdir. Bir kez doğal öncü kendi niteliğinin başka birinde olduğunu fark ettiği andan itibaren ilişkilenme süreci kaçınılmaz olarak başlar. Potansiyel devrimci maddenin kendini harekete geçirmesinin ve üretmesinin mümkünatı olarak ilişkilenme gerçekleşir. Bu durum devrimci ilişkilenmenin başlangıcı olarak adlandırabilir. İlişkilenme faaliyetiyle devrimci örgütlenme faaliyeti asla birbiri ile karıştırılmamalıdır. Devrimci örgütlenme sınıf savaşımının aktif halidir. Devrimci mücadelenin ve savaşın başarısı ve güçlenmesini esas alır…

Devrimci örgütlenme zafer fikrinin ve inancının oluşturulması ve pratiğinin gerçekleştirilmesidir.

“İnsanlık tarihinde yok olmanın eşiğindeki her gerici kuvvet son bir hamle ile    zorunlu olarak devrimci kuvvetlere karşı atılır ve çok zaman da bazı devrimciler            görünüşte kuvvetli olan ve iç bünyedeki zayıflığı gizleyen görüntüye bir an            aldanarak düşmanın sonuna yaklaştığı ve kendilerinin de zafere çok yaklaşmış     oldukları gerçeğini göremiyorlar” (Mao Zedung, Seçilmiş Eserler Cilt 3, 1942)

Devrimin zaferinin mutlaklığı gerçeği görmek ve onu yaşamakla mümkündür. Faşizmin yenilmesini, devrimin gerçekleşmesini piyangodan çıkacak bir ikramiye gibi beklemek kadar büyük budalalık olamaz. Bizim hayalci olduğumuzu ve boş inançlara sahip olduğumuz palavrasını savunanlar yakında devrimci işçi sınıfının ve halkların gücü karşısında sarsılacaktır. Devrimin sarsıntısı kimi nereye düşürür ya da çıkartır bilemeyiz fakat bu konuda tereddütsüz bildiğimiz şey gerçeği arayanların onu tahayyül edebilmesi ve ona inanması gerektiğidir.
Devam et...
 

Bu Blogda Ara

Sol Politik - Copyright © 2012 - All Rights Reserved | Sol Düşün |Blogger TemplatesKontak Blogger