• Fransa’daki gerilla mücadelesi, faşist General Fransisco Franco’nun öncülüğündeki kraliyet yanlısı İspanyol Ordusu,
  • Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğindeyiz, emperyalizmin tüm insanlığa ve doğaya acımasızca saldırısı her geçen gün artmaktadır. Neoliberal politikalar sömürü düzenini derinleştirirken,
  • Marsilya, ülkedeki üreticiler adına sevk edilen 400 ton insan kemiğinden oluşan gizemli kargoyu taşıyan Zan isimli İngiliz bandıralı bir geminin Marsilya limanına
  • Türkler ve Ruslar, tarihleri, yüzyıllarca sürdürülmüş kanlı savaşarla doldurulduktan sonra,hemen anlaşmıs ve uzlaşmışlardır. Bu vaziyet, öteki ulusları şaşkınlığa uğratmıstır

24 Mart 2019 Pazar

Cumartesi Anneleri: Vazgeçmiyoruz

0 yorum


Galatasaray Meydanı’nda toplanmalarına izin verilmeyen Cumartesi Anneleri, İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) önünde 730’uncu kez bir araya geldi.

Bu haftaki eylemde 21 Mart 1995 yılında gözaltına alındıktan sonra cenazesi Kimsesizler Mezarlığı’nda bulunan Hasan Ocak’ın akıbeti sorularak adalet talebinde bulunuldu. Basın metnini, gözaltında kaybedilen Fehmi Tosun’un kızı Besna Tosun okudu ve “Dönemin İçişleri Bakanı Nahit Menteşe, Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar, İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu ve İstanbul Emniyet Müdürü Necdet Menzir’in imzasını taşıyan resmi yazıda ‘Hasan Ocak’ın gözaltında olmadığı, hiç gözaltına alınmadığı, suçlu olarak aranmadığı’ yönünde bilgi verdi” dedi.

Tosun, “Dönemin İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanı Algan Hacaloğlu yaptığı araştırmalara dayanarak ‘Ocak’ı konuşturmak için gözaltına aldılar ve orada uyguladıkları işkence ve darptan sonra öldürülmüş halde Beykoz’a attılar’ dedi. Ayrıca Hacaloğlu, Devletin Hasan Ocak’ın ölümünde sorumluluğu olduğunu, Devletin bazı unsurlarının Ocak’ın nasıl öldürüldüğünü ve kimin öldürdüğünü bildiğini söyledi” ifadelerini kullandı.

Galatasaray’ı geri istiyoruz

24 yıldır adalet talebinde bulunduğunu belirten Hasan Ocak’ın annesi Emine Ocak, “Burada kaybedilenlerin hepsi benim çocuklarımdır. Kayıplarımızı ve Galatasaray Meydanı’nı istiyoruz. Kayıp kızlarımı ve oğullarımı aramaktan vazgeçmeyeceğim” dedi. Eyleme HDP İstanbul Milletvekili Oya Ersoy, CHP İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu, kayıp yakınları ve çok sayıda yurttaş katıldı.

Birgün Gazetesi
Devam et...

23 Mart 2019 Cumartesi

Cumartesi Anneleri 730 hafta'da

0 yorum




730.buluşmamızda Emine Ocak’ın “ Hiçbir güç evladı için adalet isteyen bir anneyi susturamaz; oğlum için, tüm kayıplarımız için susmayacağım!” ısrarına eşlik edeceğiz.
Sizi de sesimize ses katmaya çağırıyoruz.

Devam et...

Sadece Kıbrıs Sorunundan Bahsetmeyen Solcular Neci Olur?

0 yorum

Gündelik hayattaki her sorunu Kıbrıs sorununa bağlayarak çözüm önermek, bölünmüşlükten şikayet eden geniş bir kısmının rutin faaliyetidir.

Bu geniş kesim ekonomik sıkıntıları, eğitimde ve sağlıkta yaşanan sorunları, işsizliği, yükselen faşizmi ve gericiliği sadece kktc’ye bağlayarak tartışır. Şüphesiz saydığımız bu sorunların adına kktc denilen yapıyla doğrudan bir ilişkisi vardır.

Fakat bu doğrudan ilişkiye rağmen halklarının beraber, kardeşçe ve mutlu yaşadığı bir adayı, sadece bölünmüşlüğü sonlanmış ve tümüyle uluslararası hukuka dahil olmuş bir Kıbrıs’a  bağlamak en hafif tabiriyle iyi niyetli bir yanlış olur.

Faşizmin ve gericiliğin yükselme dinamiklerini sadece bölünmüşlükte, kuralsızlığın ve ekonomik yıkımının nedenlerini sadece kktc’de aramak siyasal bir körlüktür.

Bunu farketmek için 1974 öncesinde karşılıklı milliyetçilikler üstünden adamızda yaşanmış acı olaylara ya da kktc’nin aksine uluslararası hukuka dahil olan ülkelerde  hukuka rağmen sıkça rastlanan halk aleyhine icraatlara bakmak yeterlidir.

Sorunlarımız, sadece bölünmüşlüğün eseri değildir.

Ancak tartışmak istediğim konu tam olarak bu değil.

Dile getirmek istediğim esas konu, yaşadığımız tüm sorunlara çözüm olarak Kıbrıs sorununun çözümünü öneren kişilere eleştirel yaklaşanların “kktc’yi savunmakla”  yani “kktcci” olmakla suçlanmasıdır.

Bu mantıkta olanlara göre, her sorunla ilgili çözümü önerisini Kıbrıs sorununa bağlamamak kktc’yi savunmakla eş anlamlıdır.

Üstelik bunu iddia ederken de, kişilerin nerede çalıştıklarını siyasal tercihlerin belirleyicisi olarak ortaya koyuyorlar.

Her şeyden önce şunu vurgulamak gerekir ki, Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayan herkes ama herkes kktc’nin kurumlarıyla bir ilişki içerisindedir.

Onu ilelebet yaşatmak için canını dişine katanından, son bulması için her gün uğraşanına kadar herkes beğensede beğenmese de kktc kurumlarıyla bir temas kurmaktadır.

Kimisi kamu kurumlarında çalışarak kimisi de o kurumlardan hizmet alarak.

Özel sektör çalışanının çalıştığı şirket de kktc’de kayıtlıdır, adada basılmamış olmasına rağmen maaş olarak aldığı para da.

Bütün gün kktc’yi eleştiren gazeteler, sendikalar ve partiler de devlete kayıtlıdır.

İster Türk koçanlı isterse de ganimet olsun, oturduğumuz evlerin koçanını kktc’nin dairesinden alıyoruz.

Eğitim alması için çocuğumuzu gönderdiğimiz okullar da, hasta olduğumuzda gittiğimiz hastaneler de kktc’ye bağlı.

Okulun ve hastanenin özeline de gitsek, özel olanların da kktc yasalarına tabi olduğunu unutmayalım.

Güneye geçerken kimlik gösterip işlem yaptırdığımız Sivil Hizmet Görevlisi de, kimi zaman bizi dövmek için karşımıza çıkan fakat trafik kazası yaptığımızda aradığımız polis de kktc polisi.

Örnekleri siz de çoğaltabilirsiniz.

Kısacası, uluslararası hukukta yeri olmamasına, esas olarak Ankara tarafından idare edilen bir alt yönetim olmasına ve Kıbrıslı Türk halkının büyük çoğunluğu onun yerine birleşik bir Kıbrıs’ta yaşamayı istemesine rağmen şu anda kktc’nin kurum ve yasalarına göre yaşıyoruz.

Bu durum bizim elimizde değil.

Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayanların koşulları böyle.

Çünkü hepimiz kktc’ye mahkum edilmiş durumdayız.

Bunlardan bahsetmekteki amacım mevcut bölünmüşlüğü ve kktc’yi olumlamak değil, bir olgu olarak var olan durumun adını koymaktır.

Dolayısıyla, halkın yaşadığı sorunlara çözüm olarak alışılmışın dışında farklı yöntemler öneren öznelerin, özellikle de nerede çalıştıklarına bakarak  kktc’yi savunmakla  eleştirilmesi gülünçtür.

Çünkü yukarıda türlü örnekle gösterilen biçimlerde olduğu gibi, kimin kktc ile ne kadar ilişki içerisinde olduğu üzerinden bir yarışa girmek elimizde olmayan koşullardan ötürü birbirimizi suçlamak anlamına gelir ve bu, hiç bir politik karşılığı olmayan bir yarıştır.

Kimlerin kktc’yi savunduğu, kimlerin birleşik bir Kıbrıs istediği siyasal pratikle belli olur.

Tüm konularda da kriter budur zaten.

Gerisi laftır.

Çünkü bu ada yarısı, ben “kktc’yi tanımam” deyip onun üstünden zengin olan patronlarla ve kamu da çalıştığı halde ömrünü barış için harcayan insanlarla doludur.

Ezbere konuşmayıp biraz etrafımıza bakarsak bu örnekleri görebiliriz.

Böylece Kıbrıs sorununu bekleyerek değil, gündelik sorunlarla  ilgilenerek yükselecek bir mücadeleyle çözebileceğimiz de anlamış oluruz.

ankaradegillefkosa.org  - Ali Şahin -Bağımsızlık Yolu Örgütlenme Sekreteri



Devam et...

Toprağımız Bir Olsun Sarkis

0 yorum




Madrid’te Goethe Enstitüsünün misafirhanesine taşındığım günlerde Sarkis Hatspanian aradı. İlias Uyar’ın dayısı Sarkis Hatspanian, Erivan’da yaşamaya karar vermiş Türkiye ile başı belada bir Fransız vatandaşıydı. Ermenistan’ın Karabağ Savaşından sonra kahraman ilan ettiği beş insandan biriydi. 2004 yılında “Kıyamet Günü Yargıçlarını” okumuş, bunun bir Türk tarafından yazılamayacağına kanaat getirmişti. Aynı yıl Köln’e geldi, görüştük. Aramızdaki diyalog başka kelimeler aracılığı ile vuku bulmuş olabilir:

Türk müsün gerçekten? diye sordu.

Türkiye’nin vatandaşlığından atıldığımı, ama ana dilimin Türkçe olduğunu söyledim. Arkasından sinirlerimi alt üst eden bir sürü soru daha sordu, bunaldım. Kıyamet Günü Yargıçları’nı Ermeniler için mi yazdın? diye sorunca, yok, diye patladım, kendim için yazdım! Başka bir cevap verseydin, canına okumuştum, dedi. Arkadaş olduk. 2005 yılında Ermenistan’da, Erivan’da 15 gün yaşadım. Kısa sürede beni Ermenistan’ın tanınmış bir şahsiyeti yaptı. Beş yıl sonra, 2010’da ikimiz de tutukluyduk. Ben İstanbul’da, Sarkis Erivan’da. İkimizin de babası biz tutukluyken vefat etti. Hadi ben “haindim” diyelim, cenazeye katılmama izin verilmedi. Sarkis Hatspanian kahramandı. Ama devletin tepelerinde dönen dolaplara yolsuzluğa tahammül edememiş, başkaldırmıştı. Kahramandı. Ama bana satır satır okuduğu, ayetlerin altını çizdiği, boşluklarına not aldığı İncili hediye eden babası vefat ettiğinde onun da cenazesine katılmasına izin vermediler. Tutuklu olduğum aylarda, Erivan’daki cezaevinde, benimle dayanışma eylemleri başlattı. Ermenistan’ı ayağı kaldırdı. Babam öldüğünde, tutuklu bulunduğu cezaevinde, babam için Hıristiyanlar’a özgü bir ayin düzenledi. Benden çok sonra uluslararası baskılar sonucu serbest bırakıldı. İnat etti, vatandaşı olduğu Fransa’ya dönmedi. İlias ve Peri’nin, Madrid’ten ayrıldığı gün Lyon’dan aradığında iade edileceğim telaşı içindeydi ama mücadeleci karakteri değişmemişti. Meraklanma dedi, seni Türkiye’ye yedirmem! Seni Almanya’ya götürmek için hemen yola çıkıyorum. Kararından vazgeçirmek için akla karayı seçtim. Yok, dedim, bu sefer normal yollarla döneceğim. Sen nasılsın, diye sordum öylesine. İyiyim diyeceğini sanıyordum her zamanki gibi. Sigara kullanmaz, içki içmez, girdiği mekana ışık saçan çok sağlıklı bir insandı. Kötüyüm Doğan, dedi, her an ölebilirim. İlias’ın bilmesini istemiyorum, dedi, söz ver dedi, söylemeyeceğine.

Enstitü’de herkes evine gittikten sonra koskoca binada tek başıma kaldığımda duygu dünyam karmakarışık oldu ve Sarkis Hatspanian’ın sırrını nasıl taşıyabileceğimi bilemedim. Devasa bir yalnızlık çukuruna gömüldüm. Yanıma aldığım, 2066 adlı roman kâr etmedi, Günay Ulutunçok’un yıllar yıllar önceki “Ez Kurdim-Ich bin Kurdin” başlıklı fotoropörtajı kâr etmedi. Televizyonda krimi filmler, kabareler, düzeysiz tartışma, mide bulandırıcı yarışma programları kâr etmedi. Faceebook’taki saçma sapan tartışma ve çatışmalar kâr etmedi. İçtiğim iki litre bira kâr etmedi. Geceyarısına doğru başlayan ağlama krizimi bir türlü durduramadım. Peri’yi telefonla aradım ve aldığım o kötü haberi söylemeksizin sabaha kadar uykusuz bıraktım onu. Sonraki günlerim de kötü geçti. Bedene ve ruha dair ne kadar hastalık varsa üstüme üstüme geldiler.

20 Ocak 2018 tarihini de, öğlenden sonra saat on dört sularında, ömrünü Soykırım kurbanlarının adaletine adamış arkadaşım Sarkis Hatspanian hayata gözlerini yumdu. Belki ölmedi de, bizlere hayatla vedalaşmanın da bir direniş biçimi olduğunu öğreterek dinlenmeye çekildi.

Toprağımız bir olsun Sarkis!

Dverimci Karadeniz / Doğan Akhanlı 
Devam et...

Bir sonuç olarak: Öğrenci-işçilik

0 yorum

"Yoldaş Ortakaya'yı birkez daha özlem ve hasretle anıyoruz. Devrimci tarih asla unutmaz."

Türkiye’de eğitim sisteminin dayandığı felsefe, cumhuriyetin kuruluşundan bugüne değin birçok kez değişikliğe uğramıştır. Cumhuriyetin yeni kurulduğu dönemde John Dewey’in kurucuları arasında yer aldığı, felsefi temelini pragmatizmden alan “ilerlemecilik” eğitim anlayışı zamanla değişmiş ve süreç içinde “daimicilik”, “esasicilik” gibi eğitim anlayışları da uygulanmıştır.

Eğitim anlayışındaki dönüşümler, kapitalist gelişmeden ve bu gelişmelerin doğurduğu ihtiyaçlardan bağımsız düşünülemez. Eğitim felsefesindeki son dönüşüm ise 90’lı yılların sonu 2000’li yılların başından itibaren uygulanan “toplam kalite yönetimi”, “yaşam boyu eğitim”, “yönetim geliştirme” gibi kavramlarını sıkça duyduğumuz “yeniden kurmacılık” eğitim anlayışına dayanır. Bu eğitim anlayışının kavramları bize eğitimde yaşanmakta olan neo-liberal dönüşümün uygulanmasının esaslarını hatırlatır.

Bu kavramlara baktığımızda, aslında bunların bir çoğunun fabrikaların çalışma düzenine uygun kavramlar olduğunu ve eğitim sisteminin de bir fabrika gibi görüldüğünü görebiliriz. Eğitim sisteminin “girdi”si olan öğrenci, “süreç” ve “çıktı” aşamalarında işçiliğe hazırlanır, hatta bazı “süreç”lerde işçileşir ve patronların istediği bir “ürün” olarak mezun edilmeye zorlanır. Bu işçileşme sadece meslek liseleri ve meslek yüksek okullarına özgü değildir. Eğitim sisteminin, öğrencileri ucuz iş gücü olarak kullanabileceği bir düzeneğe sahip olması bir yönden, eğitimin paralı olması (sadece har(a)ç değil, eğitimin tüm giderleri) öğrencileri bir başka yönden işçileşmeye doğru itmektedir.
Öğrencinin Sosyal Yaşamı ve İşçi Sınıfı

Öğrenci gençlik hareketiyle, işçi sınıfı ve diğer toplumsal hareketler arasındaki diyalektik ilişkiyi yadsımamakla beraber, diyebiliriz ki, öğrenci hareketi devrimci hareketin en dinamik parçasıdır. Öğrenci gençlik, niceliksel olarak da devrimci hareket içinde azımsanamayacak orana sahiptir. Bu durumun sebepleri, genç olmaktan gelen dinamiklik, gencin önünde henüz yaşanmamış bir yaşam olduğundan ötürü taşıdığı, bugünü sorgulama ve geleceğe dair müdahalede bulunma isteği olarak belirtilebilir. Ayrıca genç, toplumsal yaşamın rollerini, baskısını henüz kendisinden daha da yaşlı birine göre tamamen içselleştirmiş ve kabul etmiş değildir. Öğrenilmiş çaresizliği kabul etmemiştir. Peki sisteme karşı çıkarken sadece “aydın” bir birey olarak mı bunu yapar?

Öğrenciler bütün bunları düşünürken, hayata geçirirken, kapitalist sistemin bütün uygulamalarını hayatlarında somutlarlar ve bu sisteme karşı mücadele ederler. İşte bu somutlamanın sebebi, işçi- emekçi bir üniversite öğrencisinin ezilen sınıfla kesişen, benzer olan sosyal yaşamıdır. (Buradan işçi-emekçi çocukları da işçidir, emekçidir gibi bir sonuç çıkmaz. Vurgulanan sosyal yaşam benzerliğidir.) Öğrencilerin daha fazla soru sorması, okuması, devrimci harekete katılmalarının tek yönlü bir sebebi değil, sosyal yaşamlarıyla bu durumların etkileşimi sonucunda ortaya çıkan bir sonuçtur.
Öğrencinin Üretimle İlişkisi

Öğrenci hareketinde, öğrenci kimdir sorusuna verilen yanıtı, eğitim sisteminin ve doğal olarak ondan etkilenen öğrencinin değişen durumu bağlamında yeniden gözden geçirmek gerekir. Kavram olarak öğrenciyi ele aldığımızda; yaşamsal ihtiyaçlarını, üretimi kendisine ait olmayan bir değer tarafından finanse ettiğini ve karakterinin, küçük burjuvaziye benzediğini söyleriz. Lâkin bugün baktığımızda, yaşamsal ihtiyaçlarını kendisinin ürettiği değerle finanse eden öğrenciler-işçiler de vardır. Bu durumda öğrencileri toplumun temelde ayrıştığı işçi ya da burjuva sınıflarından birine yerleştiremiyoruz.

Mücadele Yönü Nasıl Olmalıdır?

Bu değişim beraberinde öğrenci hareketine yönelik, gerek teoride gerek pratikte farklı ihtiyaçları ortaya çıkarmaktadır. Değişen ihtiyaçların sonucu olarak, öğrenci gençlik hareketinde iki farklı hatalı anlayış vücut bulmaktadır.

Bu anlayışların ilki; öğrencilerin işçileşme, işsizlik ve geleceksizlik gibi gerçekliklerinden yola çıkarak, öğrencileri “öğrenci karakteri”nden ve öğrenci olmanın getirdiği sınıfsal özelliklerinden kopararak, akademik – demokratik mücadeleyi bir yana bırakan, öğrenciden “işçi” çıkaran ve öğrenci hareketine işçi hareketi gibi yaklaşan anlayıştır.

Bir diğer anlayış ise, öğrencilerin işçi sınıfıyla bağını kurmayan, onu sadece akademik demokratik mücadelenin öznesi olarak gören anlayıştır. Bu anlayışa göre; eğitimin piyasalaşmasıyla beraber, öğrenciler bugün geçmişe oranla sahip oldukları avantajlı konumu gittikçe kaybetmekte ve sosyal ayrıcalıklarını da bir çok alanda yitirmektedir.

Öğrencilerin sınıfsal olarak, işçi sınıfından bağımsız ideolojik varoluşlarını gerçekleştirebileceklerini ve ellerinden alınan ayrıcalıklı konumları için mücadele etmeleri gerektiğini söylemektedir.
Öğrencilerin işçileşmesi ve işçiliğin gençleşmesi, önümüze öğrenciliğin soyutlanmış tanımından farklı bir tablo çıkarıyor.

Devlet üniversitelerinde ve meslek yüksekokullarında eğitim piyasayla bütünleşmekte ve okul/fabrikadan çıkan öğrenciler/ ürünler, alıcı/patronların hizmetine sunulmaktadır. Eğitim, piyasanın beklentilerine göre şekillendirilmektedir.

Öğrencilerin işçileşmesi sonucunda, işçi sınıfıyla öğrenci arasında, ikisinin kesiştiği ve ne salt öğrencilerin akademik-demokratik mücadelesinin ne de öğrencilerin işçi sınıfının bir parçası olarak görülerek yürütülecek bir mücadelenin karşılayamayacağı ara bir alan oluşmaktadır. Bu alanı kapsamak için de öğrenci hareketinde farklı mekanizmalara ihtiyacımız vardır.

Öğrenci gençliği salt “aydın bilinçli” insanlar olarak tanımlamak, onun sınıfla bağını koparmak ve öğrenci gençliğinin mücadelesini salt akademik-demokratik mücadele alanıyla sınırlamak, tıpkı öğrenci gençliğin akademik demokratik mücadelesini bir yana bırakıp öğrenciden “işçi” çıkarmaya çalışan anlayışta olduğu gibi günümüzdeki öğrenci gençliğin tanımlanması ve kapsanması açısından yetersizdir.

Yapılması gereken, içinden geçtiğimiz sürecin bir geçiş süreci olduğunu kavrayıp, bugünkü dönüşümü doğru tahlil etmek ve mevcut sürecin iki boyutlu doğasını kavramaktır.
Reel kaygılarla tek başına birine sıkışıp kalmak ya da sürecin ikili doğasını kavrayamayarak “öğrenci” eyleminin tarihsel karakterini bir kenara bırakıp salt dönüşüme odaklanmak sürecin ihtiyaçlarına yanıt üretmez.

Öğrencilerin bugün içinde bulunduğu durum bize şunu gösteriyor; bir taraftan eğitim sistemi gün
geçtikçe sermayeyle daha çok bütünleşiyor, öğrencilerin sahip oldukları haklar ellerinden alınıyor. Bunun sonucu olarak, paralı eğitim uygulamaları derinleşirken, diğer taraftan da öğrenciler, eğitim masraflarını karşılayabilmek için işçileşiyor ve eğitimin neo-liberal dönüşümünün bir sonucu olarak, ucuz iş gücü olarak sermayeye pazarlanıyor. Bu süreç bizi, iki yönde de mücadele etmeye zorunlu kılıyor. Bunun içindir ki, bir taraftan üniversitelerde özgür demokratik üniversite için mücadele etmeli (yani geçmişten gelen “alışkanlığı” devam ettirmeli) diğer taraftan da devrimin öncü gücü olan işçi sınıfıyla, öğrenci hareketinin bağını kurmalı ve işçileşen öğrencilerin işçi-öğrenci olmaktan ötürü bulundukları özgün duruma uygun hareket alanları yaratmalıyız (yani yeni duruma yanıt üretecek parola ve araçları üretmeliyiz).

[1] Kaynak: MEB, Milli Eğitim İstatistikleri 2008- 2009, ÖSYM Yükseköğretim İstatistikleri 2008- 2009

***

Ucuz İşgücü Olarak Öğrenci

Bir sonuç olarak öğrencilerin işçileşmesinin birçok sebebi vardır. Bugün ortaöğretimde lise okuyan öğrencilerin 1.565.269’u meslek liselerinde okumaktadır. Bu eğitimin bir diğer basamağı olan meslek yüksekokullarında (MYO) ise yükseköğretim görenlerin yüzde 30’unu oluşturan 879.275 öğrenci okumaktadır. [1] Eğitim yapısını ve özellikle bu alanlarda okuyan öğrencilerin staj adı altında işçileştirilmesini ve sömürülmesini düşündüğümüzde, lise ve üniversite öğrencilerinin yaklaşık yüzde 40’ı ya meslek liselerinde ya da MYO’larda okumaktadır. Bu verilere bir de eğitim masraflarını karşılamak için part-time çalışan öğrenci-işçileri ve lisans eğitimi veren kimi fakültelerde staj yapmak zorunda olan öğrencileri kattığımızda birçok öğrencinin dolaylı yollardan işçileştiğini görebiliriz.

Yeni Mücadele Araçlarına İhtiyacımız Var

Öğrenci işçilerin yaşadıkları sorunlar akademik-demokratik mücadele alanının kapsamını aşmaktadır. Doğal olarak mücadele araçları da, akademik- demokratik mücadelenin araçlarından farklılık gösterir. Öğrencilerin akademik- demokratik mücadeledeki araçları günümüze kadar bir çok yönden gelişmesine rağmen, öğrenci- işçi alanındaki mücadele araçları gelişmemiştir. Bir takım değişim ve dönüşümler geçirdikten sonra, Genç Sen bu alana yönelik geliştirilebilecek bir araç olabilir. Lakin öğrenci-işçilere yönelik mücadele araçları sadece Genç Sen’le sınırlanamaz. Bugün mühendislikten tıbba, sanayiden hukuka staj adı altında işçileşen öğrenciler, bütün bu farklı iş kollarında çalışma yürüten sendika ve meslek odalarında öğrenci işçi-olarak, bürolar kurup, alan açıp örgütlenebilir ve örgütlülüklerini okuldan sonra da devam ettirebilirler.


Öğrenci-işçilerin diğer öğrencilere göre daha az boş zamanı vardır ve diğer öğrenciler, öğrenci-işçilere göre okulu daha çok yaşam alanı haline getirirler. Bunlarla ve daha birçok sebeple beraber, öğrenci-işçilerin örgütlenmesi uzun erimli ve daha geç sonuç alınabilecek bir alan özelliğini taşımaktadır. Özgürlükçü Gençlik ve Liseli Kıvılcım olarak bizler, öğrenci gençliğin hem akademik-demokratik alandaki hem de öğrenci-işçi alanındaki araçlarını geliştirecek ve mücadelemizi sürdüreceğiz.

Kader Ortakaya 

Kaynak : Özgürlükçü Gençlik Dergisi, sayı 13, Mart 2012

http://kaderortakaya.blogspot.com

Devam et...

22 Mart 2019 Cuma

Başlarken Manifestomuz

0 yorum

Yanlız sokakların , loş caddelerinde , hanfendi ve beyfendilerin geçtiği çevre yollarında, mülteci çocukların karanlık dar koridorlar da,acılar içinde organlarını vermemek için bağrıştığı seslerinin şehrin gürültüsüne karıştığı, işsizlerin kaldırım çiğnediği, hayat kadınlarının limonlu kahve içtiği , evdeki zincirlenmiş kadının katledildiği, herkesin örnek aldığı diplomalı okullular, şehitler , gaziler, gerillalar , teröristler,kimsesiz yurtalrın da tecavüze uğrayan çocuklar. Bakım evlerinde kemikleri kırılana kadar  dayaktan geçirilen  yaşlılar engelliler...cezaevlerindeki babalar. yan sokaktaki kabadayı , arka sokaktaki küçük çeteler. Dağa çıkanlar şehre inenler, 23 yaşında şirket yönetenler, Yirmi üçünde  babası yaşındakiler kadın olanlar,Monşerler ,diplomatlar,memurlar ,bankacılar, itilenler , liberaller ,cemaatler, ileri demokrasiler, yatılı kursların yataklara itilen körpe bedenleri,beyaz eşya taksitleri, kredi kartları, Alınteri ,ve ve ve ve onlar bunlar şunlar   "zindanda  müebbetler , hiç bitmeyecekmiş ama , bitecekmiş gibi gün sayanlar , Gün sayan anneleri ile, gün sayan çocuklar......


Her başlangıç bir umuttur!

Her başlangıç kendi içinde büyük bir umudu barındırır!

Bu köleleştirici, baskıcı, sömürücü, iç karartıcı, umut kırıcı dünyada emekçilerin, halklarımızın,

halkımızın umuda ihtiyacı var. Sanal'da olsa bir umuda ihtiyacı var, somut bir dünya görüşüne, net bir politik yürüyüşe dayanan bir umuttan söz ediyoruz. Bugün ekmek ve sudan öte halklarımızın, dünyamızın en çok böyle bir umuda ihtiyacı vardır...

Çıkışımız, bir umut çıkışıdır! kendi gücümüzce sessimizce yani  yettiğince..

Kendimizi öncelikle böyle tanımladık; umut ve onur çıkışı...

İşte bu umutsuzluğun tırmanışa geçtiği şu köhneleşmiş sistem içersin de Söz konusu bir blog sayfası olarak varlık gösteriyoruz, ne güçlü bir örgütüz, nede kararlı bir gerilla, nede  devrimci komandoyuz. Çok  olmadığımız kesin, çok olanlardan olamayacağımız da kesin. Onun için kendimizce silahsız, savaşsız, sömürüsüz dünya'dan ülkeden taraf halkın dostlarıyız.


çok uzatmadan kısaca halimiz, ahvalimiz........








Devam et...

Savaş ve barış için, sorular ve yanıtlar

0 yorum


Ancak adil ve onurlu olan barış koşulları savaşları durdurabilir ve kalıcı olabilir. Barış istemek taraf olmayı gerektirir, ama aynı şekilde haklı ve haksız ayrımı yaparak.

Savaş nedir?

Genel olarak savaşın ekonomik, sosyal ve siyasal özellikleri dikkate alınarak uygun bir tanım yapmak gerekirse; devletlerin ya da sosyal sınıfların, ekonomik ve politik amaçlar uğrunda kendi aralarında yaptıkları silahlı savaşım olarak nitelenebilir. Bu bağlamda savaş ekonomik ve siyasal bir olgudur. Ve daha özlü bir tanım olarak da, savaş politikanın başka araçlar ile sürdürülmesidir.

Savaş ne zaman ortaya çıkmıştır?

Savaş toplumun sınıflara ayrılması sonucu ortaya çıkmış ve toplumların tarihsel değişim ve dönüşüm sürecine uygun olarak günümüze kadar  süregelmiştir. Tüm savaşlar kendilerini doğuran ekonomik, sosyal  ve siyasal  sistemlerden ayrılamazlar. Esas olarak da ülkeler arasında ekonomik nedenle  yapılan silahlı çatışmayı dile getirir. Tarihsel süreç içerisinde savaşları bir ayırıma tabi tutmak gerekirse; yağma ve talan savaşlarından, sömürge savaşlarından  ve paylaşım savaşlarından söz edilebilir.

Kapitalizmi tek sözcükle savaş kavramıyla açıklamak mümkündür. Çünkü, kapitalizmin doğasında rekabet ve sürekli bir savaşım vardır: a)Önce serbest rekabet piyasasında kapitalistler arası savaş; b)sonra dışarıda yoksul ülkeleri sömürgeleştirme savaşı; c)daha sonra dünyanın yeniden paylaşılması savaşları; d)bu arada yoksul ülkelerin bütün bunlardan kurtulmak için verdiği bağımsızlık savaşları, e)emperyalist devletler kavgasının arasında ezilmemek için bunlardan birinin uydusu olarak katıldıkları zorunlu savaşlar.

Kapitalizmin ortadan kalkması ile savaşın da varlık nedeni ortadan kalkacak ve insanlar arasında savaş kalmayacaktır. O zaman gerçek savaş doğanın ve uzayın derinliklerinin keşfedilmesi ve insanlığın emrine sunulması için yapılacaktır.

Savaş sanayi ve savaş ekonomisi nedir? 

Kapitalizmin emperyalist aşamasında silah üretimine pazar açmak için savaşlar çıkarılır v sürdürülür. Savaş sanayi ile yaratılan ikame piyasası, ağır sanayi mamüllerinin devlet tarafından satın alınması için yaratılmış yeni bir satın alma gücüdür. Bu nedenle silahlanma,  büyük kapitalist tekellerin anamallarını değerlendirmek için zorunludur. Savaş Ekonomisi de amaç ve araç olarak iki yanlıdır. Savaş ekonomisinde, savaş amaç olarak çıkarılır, savaş sanayi dışındaki tüketim kısıtlanır. 2. Dünya Savaşında Nazi Almanya’sında “tereyağı yerine tank” sloganı ile bu dile getirilmiştir

Savaşın doğrudan yol açtığı sorunlar nelerdir?

Savaşın doğrudan yol açtığı sorunları veya sonuçları milyonlarca insanın ölümü, açlık ve sefaleti, sürgün ve göç ile doğanın tahribi olarak özetlenebilir.  Bazı hesaplamalara göre, antik çağdan günümüze kadar süren savaşlarda öldürülen insan sayısı, dünya nüfusunun yarısından  fazladır.

Her türlü savaşa karşı çıkılabilir mi?

Her türlü savaşa karşı çıkmak doğru değildir. Öncelikle haklı ve haksız savaş ayrımı yapmak gereklidir? Ülkeyi dış saldırıdan korumak, halkı kapitalizmin köleliğinden, sömürge ve bağımlı ülkeleri emperyalistlerin  boyunduruğundan kurtarmak için yapılan savaşlar, haklı savaşlardır. Gerici sınıfların kendi egemenliklerini kurmak ve zenginliklerini artırmak için başka ülke ve halklara karşı yürüttükleri savaşlar haksız savaşlardır.

Soyut planda ve bütün savaşlara karşı çıkacak şekilde savaş karşıtlığı yapmak, haklı olanı desteklememek ve haksızlılığı önlemeye çalışmamak taraf olmaktan kaçınmaktır. Yani, varolanın devamına göz yummak ve yaşanılan gerçekleri görmezden gelmektir, sıranın kendisine gelmesini beklemektir... Tarihte birçok örneği görüldüğü gibi sıra kendisinde geldiğinde iş işten gelmiş olacaktır...

Barışı kazanmak için ne yapmalı?

Barışı kazanmak için de bir savaş gereklidir. Savaşlardan sonra barışlar genellikle savaşı kazananlar tarafından yapılır, daha doğrusu mağlup olana barış koşulları dayatılır. Bu nedenle savaşı durdurmak için adil ve onurlu bir barış gereklidir. Egemenler haklı savaşları engellemek için her türlü yönteme başvurur, öyle bir söylem geliştirir ki, savaş ve barış kavramlarını birbirine karıştırır, neyin barış neyin savaş anlamına geldiği anlaşılmaz. Bu nedenle, ancak adil ve onurlu olan barış koşulları savaşları durdurabilir.

Selahattin Aykurt

Devam et...
 

Bu Blogda Ara

Sol Politik - Copyright © 2012 - All Rights Reserved | Sol Düşün |Blogger TemplatesKontak Blogger