14 Ağustos 2017 Pazartesi

İbrahim Kaypakkaya üzerine - Murat Bjeduğ

0 yorum
  Yazınn orjinal başlığı alttaki gibidir.Yazar İbrahimYoldaş  hakkındaki yazıları çarpıcılığı ve güncelliğini koruyan bir yazı kaleme almıştır, Yazarın geçen sene 18 MAYIS 'ta İbrahim Yoldaş anısına yazdığı yayzıyı,
yazarlığını yapmaya devam ettiğği T24 'ten alınmıştır.

"43 yıl önce bugün işkence altında öldürülen İbrahim Kaypakkaya üzerine..." 


 Münir Dişkaya anısına saygıyla...
İbo-Bir güneşti doğdu gitti..
… diyor bir köylü sempatizanı, Youtube’da yayımlanan  belgeselde, İbrahim Kaypakkaya için. Enternasyonalist bir devrimci olmaya karar verdiğinde, nüfus cüzdanını yırtıp atan Kaypakkaya, yersiz yurtsuzlaşarak, Dersim bölgesine gider. Devrim hayali peşinde örgütlenme ve kızıl siyasi üs oluşturma çalışmaları için Dersim-Kürecik hattında çobanlarla, hamallarla, “baldırı çıplak” yoksul köylülerle konuşur. “Sınıfsız bir toplum kuracağız, burjuva düzeni kâğıttan kaplandır” diyerek, seslendiği insanları devrimci mücadeleye ve kurucusu, önderi, militanı olduğu TKP-ML-TİKKO’ya davet eder. Artan taraftarları, mahalli kadroların hayatlarını değiştiren yepyeni fikir, inanç ve ütopya dünyasıyla, bölgede “köksap” haline gelir. Önce gönüllerde, eş zamanlı olarak da akıllarda ufuklar açar, yoksulluğun ve sömürünün kader olmadığına inandırır insanları. Yoksul köylülerin evlerinde sofraya buyur edildiğinde yoldaşlarını uyarır:
Bu insanlar, yoksulluklarına rağmen neleri var neleri yok önümüze koyarlar. Arkada başka bir şeyleri kalmamıştır, onları da düşünüp az yiyin ki, aç kalmasınlar.
İstanbul’dan gelen bir Fen Fakültesi öğrencisi değil de, tarlada çapadan gelen komşunun oğlu gibidir. Yabancılaşma iki tarafta da yaşanmaz, severler yoksul  köylüler bu ufak tefek, çelimsiz, sarışın devrimciyi. Davranışları, sözleri ile çok tutarlıdır çünkü.
Mağaralarda, kömlerde beraber saklandığı yoldaşları da zekâsına, kavrama-gözlem-analiz  gücüne, birikimine, söz-eylem namusuna hayran kaldıklarını on yıllarca sonra, saygıyla yad ederek anlatıyorlar.
Elbette sadece bu devrimci  mistisizm boyutu değil, Kaypakkaya’yı önder kılan yegâne etken.
Tüm tanımış, görüşmüş olanların anlattıkları; hakkında  yazılanlar ve kendi yazdıklarına bakılınca da çok başka bir bakış açısına sahip, alışılagelmişin dışında işleyen bir zekâ, olayları, tarihi çok farklı okuma, yorumlama yetisi çok gelişkin olduğu hemen fark ediliyor. Ama o bununla kifayet etmiyor.
Çünkü bir entelektüel değil bir komünist devrimci olmayı tercih etmiş. Devrim yolunda kararlılık ve berraklık, samimiyet… Sezgi gücü, sıcak, sevecen, çok çalışkan, bir meşale, bir sembol.
Bu sözcüklerle anıyor  40 yıl sonra, mahalli sempatizanları, örgüt arkadaşları.1987 yılında Paris’te Abidin Dino da merak ediyor  Kaypakkaya’yı ve atölyesine gelen Muzaffer  Oruçoğlu’na soruyor:
- Nasıl biriydi?..
Karşı-teolojik bir mistisizimden söz etmek mümkün. Evet, teolojiden arınmış bir mit ve destan; ideolojik bir rol ifa ediyor. Özel mülkiyetin, sınıfların, işbölümünün, devletin -gereksizleştiği  için- ortadan kalkmış olduğu bir dünya amacına matuf bir rol ve işlev bu. Özel mülkiyetindeki  tek şey canı, İbo ondan da vazgeçiyor.

Anfilerden fabrika ve tarlalara...

Şehirlerde; kent yoksulları, işçiler, gecekondulu halk, düşük gelirliler, kadınlar, çocuklar; kentte yaşıyor olmalarına rağmen kentin nimetlerinden yararlanamamaktadırlar.
Köylerde; tarlanın, tarımın kazancından istifade edemeyen milyonlar, hayatlarını, Azrail’in son randevusunun geleceği ana kadar, kader deyip tevekkül halinde sürdürürlerken, 60’ların ikinci yarısında üniversitelerden çıkıp gelmiş genç insanları görmeye başladılar. Çamur deryası sokaklarındaki kahvelerde, sıvasız bir iki göz odalı evlerinde, dağ başlarındaki köylerinde, mezralarında bu zeki, bilgili, mütevazı, sevecen, hiçbir karşılık-menfaat beklemeden yanlarına gelip o günlere kadar duymadıkları, bilmedikleri bir dünyanın kurulabileceğini anlatıyorlardı. Bu renksiz, umutsuz, yoksul hayatın kaderleri olmadığını; sınıfların, sömürünün olmayacağı, zenginliğin eşitçe paylaşılıp kendileriyle ilgili söz hakkının yine kendilerinde olacağına inanarak izah eden bu gençler gittikleri yerlerde dikkatle dinlenir oldular. Salt oy istemeye gelen kimi politikacılar gibi hınzır, itimat telkin etmeyen madrabaz değildi bu genç insanlar. Kendilerine “devrimci” diyorlardı. Sözlerinde samimi ve sahici idiler, çok değişik bir anlatımları vardı, ilk defa duydukları kelimelerin manalarını açıklıyorlar, ne yapılması gerektiğini de anlaşılır bir şekilde izah ediyorlar, en önce de kendileri yapıyorlardı. Devrimci olduklarını söyleyen bu genç insanlar sevildi, bağırlara basıldı, özlenir, beklenir  oldular. Pırıl pırıl geleceklerini, sınıfsız, sömürüsüz, adil ve eşit bir dünya ideali için feda  ettiler... O dünyaya “sosyalizm”, ulaşmak için yapılması gereken şeye de “devrim”, diyorlardı.
Mit ve destan geleneği...
Mit ve destan geleneği, bu yoğunlaşmanın arttığı dönemde, katledilmeye başlamalarıyla birlikte, bu devrimci  insanları işlemeye başladı. Oysa  devrimciler ne su üzerinde yürüdüklerini, ne, üç-beş ekmek ve balıkla  beş bin kişiyi doyurduklarını, ne de kanatlı atlara çıkıp göklere gidip geldiklerini anlatıyorlardı. Asaları da yoktu, denizi ortasından yaran. Yoldaşları ve taraftarlarından da hiç kimse bu ve benzeri masallar anlatmıyorlardı. Ama tüm ikonlaşma, ikonlaştırma eğilimlerinin önüne set çekmelerine rağmen sızıntıların birikmesi önlenemedi. Kısmen olmak şerhiyle belirtiyorum ki, mit ve destan, 1960’ların sonundan itibaren,  devrimciler ekseninde kendini  üretti.
İbrahim Kaypakkaya yazı konusu olduğu için, bu ikonlaştırma, tabulaştırma konusunu bu bağlamda yapmayı deneyeceğim. Görebildiğimiz kadarıyla gelişmiş batılı ülkelerde böyle bir sorun pek yok. Daha çok doğu toplumlarında ve göründüğü kadarıyla da Latin Amerika’da var. Güney Afrika’da beyaz azınlık diktatörlüğüne karşı siyahların özgürlük hareketinin mücadelesinin simge ismi Steve Bantu Biko için de yoksul siyahların benzer söylence ve mitleştirme (!?) öyküsü görülüyor. Sadece yoksul siyahların değil; dünyaca ünlü rock grubu GENESİS’in lideri ve solisti Peter Gabriel’in, Biko isimli etkileyici şarkısı; başrollerini Denzel Washington, Kevin Kline’ın oynadığı, yönetmen Richard Attenborough’un yaptığı Biko ve mücadelesini anlatan Cry Freedom isimli mükemmel sinema filmi mit ve destanın uluslararası boyut kazanmasını sağladılar.
Kaypakkaya’nın yakın arkadaşı Muzaffer Oruçoğlu şunları söylüyor:
“Büyük insanlık için ölen insanların yüceltilmesi, dinlerden, kahramanlık efsanelerinden bize kalan bir mirastır. Bu mirastan kopamıyoruz. Bu miras bizi yitirip bitiriyor, bizi götürüp bilimin karşısına dikiyor. Bu miras bizi ölen insana ve kendimize yabancılaştırıyor.” (İbrahim Kaypakkaya Kitabı, Dipnot Yayınları, sayfa 444)
Garbis Altınoğlu da putlaştırma ve idealize etmenin eleştirel ikazını yapma gereği duymuş. Her iki ismin de kaygıları, uyarıları, eleştirileri elbette yerindedir. Nazarı itibara alınmalıdır.
Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya bir tabulaştırma nesnesi olarak değerlendirilmekle birlikte, asıl uyarı Çayan ve Kaypakkaya isimlerinde odaklanıyor. Çünkü teorik analizlerini ve devrim stratejilerini, örgütlenme tarz ve anlayışlarını yazdılar, eleştirel  polemiklere girdiler v.s.
Bu putlaştırmadan kastedilen, bu iki devrimci Marksistin, o dönem dünya ve Türkiye şartları çerçevesinde ve henüz 22-24 yaşlarında, çok güç koşullarda, izlerini sürmekte olan cellatlarının ölümcül takipleri sürerken, mağaralarda, bir kayanın üzerinde oturup dizlerinin üzerinde yazdıkları bu yazıların eleştirilemez ve şaşmaz doğrular kabul edilmesine karşı bir uyarı ve dikkat çekme hassasiyetidir ki, bunu da en yakın arkadaşları yapagelmiştir. Gerek Çayan, gerekse Kaypakkaya’nın her şeye rağmen yazdıkları, dönemin koşulları nazarı itibara alınırsa teorik çalışmalardır ve çok da önemlidir. Ancak, o yazılı metinler, kendi örgütlerinde bile yeterince tartışılamamış, geliştirilememiştir. Dikkate değer metinlerdir ama Marksist bir değerlendirme-eleştiri şansını tam anlamıyla bulamadan, yetkinleştirmeden her ikisi de yaşamlarını yitirdiler. En çok onlar isterdi herhalde teorilerinin okunmasını, tartışılmasını, hatta belki de tamamlanmasını ve yeniden üretilmesini. Bu süreç yaşanamadı.

Yapılan uyarı ve telkinler metinlerin kutsallaştırılmaması, Çayan ve Kaypakkaya’nın putlaştırılmaması yönünde olsa da, muhatapları artık çok dar ve küçük gruplar hâline gelmiş topluluklardır ve siyasi olarak marjinal düzeydedirler. Bu handikaplarına rağmen, ben bunu bir handikap ya da iflah olmaz bir vebal olarak görmüyorum. Çünkü; en ağır diktatörlük dönemlerinde, yenilgi ve çöküş yıllarında, neo-liberalizme karşı mücadeleyi  bu marjinal (!?) gruplar sürdürdüler; büyük insanlık inancını bu gruplar, üyelerinin “şanlı” denmeyi fazlasıyla hak eden direnişleriyle diri tuttular. Nihai ideallere zarar verici olmadı hiçbir zaman, o eleştirilen ikonlaştırma ve putlaştırma eğilimleri. Aksine, neredeyse bitti denme aşamasına gelinmişken, binlerce insan o mit ve destanların ideolojik işleviyle, Çayan ve Kaypakkaya miraslarının da etkisiyle, 21. yüzyılda heyecan verici yepyeni mücadelelerini başlattılar. Gezi, şimdilik  bir eskiz olarak duruyor  gibiyse de  nelerin, nasıl yapılabileceğinin gösterildiği bir prelüdtür.
Mitler nasıl yaratıldı?
Kaypakkaya, bugün yeniden dönüp bakma ve hâlâ geçerli olan teorik çıkışının ve temel koordinatlarının ve alamet-i farikası olan Kemalizm ve Kürt sorunu (İbo Kürt değildir, ulusal sorunu, ayrı devlet kurma hakkıdır, diye tanımlamıştır) hakkındaki görüşleri ile THKP-C kadrolarında duyulmuş ve dikkat çekmiş. Ancak bu özgün değerlendirme ve analizler kadar işkencelerdeki direnişi de Kaypakkaya’nın saygınlığını pekiştirmiş. Bu kanı, yakın zamanda görüştüğüm o dönemdeki  THKP-C ve THKO’nun hayattaki mensupları tarafından ifade edilmiştir.
Şu halde Kemalizm, ulusal sorun ve işkencelerdeki insanüstü direniş ve cesareti, keskin gözlem ve analiz gücü, parlak zekâsı, destansı çalışkanlığı ve üretkenliği; Kaypakkaya’nın bugünlerde neo-liberal kuşatmaları kıracak en kullanışlı eskimemiş, 21. yüzyılda da esin verici zengin mirasıdır, denilebilir. Böyle bakınca, putlaştırma eleştirisinin kendisi de yer yer eleştiriye muhatap hâle düşmüştür.
"Ulusal sorun, ulusların kaderlerini tayin hakkı, Marksist solun Kemalizm sorunuyla malul olduğunu ortaya çıkaran turnusol kâğıdıdır. İbo’da bu kâğıt işlevsizleşir. Tahlili nettir, isabetlidir."
Yaşadığım bir olayı, yaklaşık 40 yıl sonra da olsa aktarayım. Bir sabah uyandık. Yavaş yavaş evlerimizden çıkıp işe, çarşıya, kahveye doğru  yürümeye başladık. O zamanlar evlerin dış cepheleri kireç ile badanalanırdı ve bembeyaz olurdu. Bembeyaz duvarın üstüne yazılmış sloganı okuduk:
Yaşasın çeşitli milliyetlerden Türkiye halkının önderi TKP-ML
Çerkes, Arap, Kürt ve Ermenilerin nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu bir yerde yaşayan bu insanlar için bu slogan şok ediciydi.
Esbabı mucibe

Ne yazık ki bugüne kadar tartışılmamış, fakat son derece mühim bir olguya, Kaypakkaya ve olağanüstü çalışkanlık mirasının, örgütündeki tezahür ve mutlak riayet edilen etik bir kuralların nasıl işlediğine değineceğim. Dikkat edilirse, THKP-C ve THKO ardılı yapılarda, teorisyenler, beyin takımı, militanlar, yönetim kadrosu hep bilinen  isimlerdir. Ama Kaypakkaya geleneğinde, görev ve sorumlulukların yerine getirilmesi, asla gevşememek, kendini geliştirme, örgütlenme ağının genişletilmesi, devrimci ahlaktan sapmama, zaaflarını yenebilme, ideallere bağlılık ve tıpkı İbo gibi insanüstü çalışkanlık, fedakârlık, cesaret, partiyi-yoldaşını tehlikeye atıcı veya zarar getirici ihmallere meydan vermeme gibi çok sıkı işleyen kuralların süzgecinden geçirilmişti. Hakkaniyetli değerlendirmeler sonucu yeni görev ve sorumlulukların belirlenmesinden hiç vazgeçilmedi. Tavizsiz uygulandığı için de, dikey ve hiyerarşik parti modeli olmakla birlikte,  son sözü hep kendileri söyleyen ağabeyler, yöneticiler, liderlik makamında olan isimler bu yapıda hep değişkenlik göstermiştir. Çalışan, hak eden öne, üste geçmiş, gevşeyen, geri kalan hak ettiğine maruz kalmıştır.

Bu konuda daha somut bilgi edinmek isteyenler, Mukaddes Erdoğdu Çelik’in "Bizim Çakır" isimli kitabı ile Ali Taşyapan’ın Anı kitaplarında ayrıntılı bilgi bulabilirler.
İbo ve Çaru Mazumdar meselesine de kısaca değinmek gerekir. Çaru Mazumdar, Hindistan Komünist Partisi Marksist Leninist önderi ve kurucusu. Uzun süreli silahlı halk savaşını savunuyor. 1965-68 yıllarında yazdığı 8 yazılık dizi çok etki yaratıyor. Türkiye’ de de batıda da. İtalya Komünist Partisi Mazumdar ve partisini eleştiriyor. Eleştiri Mazumdar’a aktarılınca ilk tepkisinin, “Kaç kişi oluyorlar” sorusu olması ilginçtir, zekice bir ironidir. Çünkü,  İKP 200 bin üyesi olan bir parti. Mazumdar’ın HKP-ML’si ise 2,5 milyon üyeli.
İroni
Mit ve destan sorunsalından yapılacak değerlendirmeler ise bir ironiyi yakalamamıza imkân veriyor. Eğer bir efsane olgusu var ise, bunun yaratıcısı, Kaypakkaya’yı derdest edip karda yalın ayak, yaralı yürüten, yol üzerindeki köy kahvesinde oturan köylüleri dışarı çağırıp, elleri bağlı bu gencin suratına tükürtmek isteyen, kangren olduğu için kesilen sargılı ayaklarına rağmen her türlü işkenceye devam eden, sonra da doğranmış bedenini bir sandığa koyarak “Oğlun  intihar etti” deyip babasına teslim edenlerdir.
Mit ve destanlarda bazen halkın sevgisi, anlatının mahiyetini değiştirmese de hakikatlerin iç içe geçmesine, isimlerin yer değiştirmesine  neden olabiliyor. Kaypakkaya’nın yaralandığı baskında öldürülen Ali Haydar Yıldız’ın cansız bedeninin Tunceli’de bir reo arkasında bağlanarak “ibret-i âlem” için dolaştırıldığı, bazı anlatımlarda dolaştırılanın yaralı haldeki İbo olduğu versiyonuyla da anlatılıyor. Ama bu vaka bir hakikattir ve Dersim’de Ali Haydar isminin çok sayıda olmasının ve İbo’nun Dersim’de on yıllardır unutulmayan bir insan olmasının nedenlerinin ipuçlarını verir.
Keskin zekâ ve onura sahip bu çelimsiz, sarışın genç, karşısında aciz kalmanın öfkesiyle çirkinleşmelerine rağmen o, hep nükteyle, mizahla karşısındakini çileden çıkarmıştır. Bir dergi bürosu baskınında, dönemin  siyasi polis şefi “Lenin hepinizin anasını düzecek” diye çıkışınca,  “Anamız zaten Krupskaya’dır, bir şey olmaz” karşılığını vererek şefin asabiyet barometresini  tavana vurdurmuştur.
Delikanlım İyi Bak Yıldızlara belgeselinde Ertuğrul Kürkçü, Ekim Devrimi ve Mustafa Suphi’nin Marksist geleneğin izleyicileri olduğunu vurgular; İbo da Mustafa Suphi konusunda benzeri şeyleri 1971 yılında söylemiştir. Dev-Genç Genel Sekreteri, THKP-C üyesi, Kızıldere’de katledilen unutulmaz Sinan Kazım Özüdoğru ile Kaypakkaya’nın en sevdiği türkü, “Mahsus Mahal” sadece tek ortak yanları değil. Cephe’ciler ve orducular, ayrı yerlerden aynı  yerlere vuran bu dönemin  68’li devrimci Marksistleri olarak, ancak 100-150 kişiydiler. Ama, ateş olsa cürmü kadar yer yakar, sözünün tarihsel  tekzipleridirler.
Deleuze’dan Kaypakkaya’ya...
Sevgi ve dostluk, bugünün modern insanının hiç algılayamayacağı bir boyut kazanmış Kaypakkaya’da. Özel mülkiyetin bin yıllardır farklı sistemler, farklı üretim tarzları, sınıf ve devlet biçimleriyle gelen kültürü ve ideolojisiyle donanmış insanının dışında, kendini  mücadelesi içinde yeniden, ama ütopyasına uygun düşen erdem ve vasıflarla yaratma çabasında da, esin verici örnek olabilmiştir.
İlyiç’in “Daha az büyük laf, daha çok küçük gündelik iş” sözleriyle yaptığı uyarısını, Kaypakkaya, siyasi çalışmalarının mottosu yapmıştır. O söz ya da motto, Dersim’de Rizom (=Köksap ) olmuş, Anadolu’ya yayılmıştır. Sökülüp atılamaması Rizom olmasındandır. Teolojiden uzak  devrimci mistisizmin İbo gerçekliğinde mit ve destan ile bir iletişim ve anlatı biçimi almasında karşılıklı bir simbiyotik ilişki görülür; Rizom-Mit ve destan düzeylerinde.
12 Eylül döneminde üç yıl süren kâbus, ardından gelen neo-liberal dalga, reel sosyalizmin çökmesi, Berlin Duvarı’nın yıkılması, Sovyet Rusya’nın dağılması şu son 36 yılda vuku buldu. Başka ülke ve kıtalar için bir görüş bildiremem, ama eğer bu memlekette, yeniden ayağa kalkıldıysa, sınıf mücadelesinin doğası gereği, işçi sınıfının rolü ve payı büyüktür, ama işte o putlaştırma diye şikâyetlenilen, benim mit ve destan diye tanımladığım etmenin ne kadar mühim katkısının olduğunu fark edebilmek için sosyolog ya da Georges Dumezil olmak gerekmiyor.
Yabancı dil bilmeyen, doğal olarak da literatüre tam manasıyla hakim olması imkânsız, batıda çok önemli birçok tartışmadan haberdar olmaksızın o zamanların hatalı, eksik, yanlışlıklarla malul çevirilerini okuyan, Kürecik dağlarının kayalıklarında teorik metinlerini yazan 22 yaşındaki bir genç insandan söz ediyoruz. Böyle bakınca, çoktan rafa kalkmış görüşleri, hazin bir ölümle noktalanmış kısa yaşamı ile unutulmuş, artık akıllara bile gelmeyen biri olması gerekmiyor mu?
İbrahim Kaypakkaya, neden 43 yıldır unutulmuyor, konuşuluyor, anılıyor?  Mezarının ziyareti bile tehlikeli bulunup engellenmeye çalışılıyor? Yazdıkları çoktan aşıldı, dünya ve Türkiye’deki gelişmeler, artık bambaşka mecralarda seyrediyor. Sınıf dengeleri, iktidarın niteliği, devletin yapısı… Daha bir yığın şey çok hızlı değişimlere uğradı, uğruyor.
Ama o, gündemden hiç düşmüyor...
Kaynak ; T24'den alınmıştır.





Devam et...

13 Ağustos 2017 Pazar

Eren Bülbül'ün yakınları isyan ediyor "çocuğu yem olarak götürdünüz"

0 yorum
İki gün önce, Trabzon'da 15 yaşında ki "Eren Bülbül" adlı çocuğa devletin kolluk güçleri zorla  gerillanın bulunduğu yerin ihbar ettirilmesi için çatışma bölgesine götürüldü.

Hiç birşeyden haberi olmayan çocuk küçük çocuk çatışma bölgesinde, kendisine çelikyelek verilmediği için nerden geldiği belliolmayan kurşun ile hayatını kaybetti. Yapılan sorumsuzluğa, Bülbül ailesiisyan etti . Aile 15 yaşındaki çocuğun orada ne işi var dedi.

Eren Bülbül'ün yakınları “15 yaşında çocuğu niye çatışmaya götürüyorsunuz? Çocuğu yem olarak götürdüler" diye isyan ediyor.


ÇOCUKLAR KİRLİ SAVAŞ İÇİN KULLANILAMAZ, ÇOCUKLARI KİRLİ SAVAŞINA ALET ETMEYİN.
Devam et...

19 Temmuz 2017 Çarşamba

Sait Çetinoğlu: Kırmızı Yanlışlarımı Çok Severim

0 yorum
“Acı gerçek,… ‘bizi yükselten’ yalandan daha yararlıdır’ V.İ.Lenin
28/29 Ocak 1921 tarihinde Trabzon açıklarında Karadeniz’de trajik bir şekilde öldürülen Türkiye Komünist Partisi kurucusu Mustafa Suphi ve 14 TKP yöneticisinin ölümlerinden üretilen bir efsanenin arkasında gizlenen ve bugüne kadar tartışılmayan zaafların gün ışığına çıkarılması açısından Emrah Cilasun’nun çalışması , acı bir gerçeğin belgelenmesi niteliğindedir. Tarihin soğukkanlı bir irdelenmesi olarak, Cilasun’un, bu son derece titiz çalışması, resmi tarihin karanlık noktasına ışık tuttuğu gibi, komünist hareketin resmi tarihinin de karanlık noktasını aydınlatır. Bu konuda devrimci harekette hala var olan totolojik söylemi ortadan kaldırır. Belgeleme, dönemin net fotoğrafını okuyucuya sunduğu, dönemin ilişkilerini ortaya serdiği gibi, zaafların süreğenliği açısından günümüzdeki komünist hareketlerin de bu acı tecrübeden alacağı dersleri de işaret etmesi bakımından güncele dair bir çalışma olarak gerekli önem verilmesi gerekir. çalışma. devrimci hareketlerin ders çıkarması ve sağlıklı politika üretebilmeleri açısından yol gösterici bir belgedir. Suphi ve arkadaşlarının trajik sonu, temeli olmayan strateji, taktik ve ittifakların sonucunun, trajediyle sonuçlanacağının trajik örneğidir.
Cilasun’un çalışması, aynı zamanda Sovyetlerin dış politikasını belirleyen etkenin, devrimci idealizmin olması gerekirken yerine geçirilen diplomasinin, uluslararası devrimci harekette yarattığı zaafların vurgulanması bakımından bir Komintern eleştiridir de. Karabekir’in Suphi’nin katledilmesinden sonra temsilciliklere gönderdiği bildiri/direktif Sovyet diplomatlarını rahatlatmıştır: “[Mustafa Suphi’lerin] Türkiye’de ihtilâl çıkarmak üzere İngilizler tarafından gönderildikleri anlaşıldı. Bu mesele şahsen İngilizlerce maruf ve mergub ve esasen İngiliz ve Antanta tarafından ‘Hürriyet ve İtilâf Fırkası’na intisab etmiş olan Mustafa Suphi’nin memlekette ancak İngilizlerin hesabına ve Antanta lehine bir ihtilâl koparmak niyetiyle memlekete girdiğine dair büyük şüpheler tevlid etmiştir. Bilhassa Şaki Ethem’in iki kardeşiyle birlikte komünist taraftarı oldukları ve Mustafa Suphi ile muhabereleri olduğu halde, Ankara Hükümeti’ne isyan ve Yunanlılarla müştereken ordumuz aleyhine harbe kıyam etmeleri bu şüpheyi takviye etti. Memleketin her tarafında Mustafa Suphi aleyhinde dehşetli nümayiş oldu.’ (s 184) Karabekir, icap edenlere Suphi ve arkadaşlarını İngiltere ve Antant hesabına çalıştığının bildirilmesini ister. Son cümle de ifade edilen Ankara’nın organize ettiği, Erzurum’dan başlayıp Trabzon’da Sovyet temsilcilerinin gözü önünde biten şiddetin dozu da, komünistlerin Anadolu’da kitle tabanının olmadığı, Sovyet yetkililerinden gelecek maddi yardımı tehlikeye düşürmeden usulünce anlatıldığı bir mizansendir.
Cilasun, dönemin net fotoğrafında milli mücadelenin bileşenlerini, fırsatları,dengeyi ve çelişkilerini belirleyerek Mustafa Suphi olayını tahlil eder. TKP’nin yanlışlarının yanında, Komünist hareketin reel-politik’e kurban edilmesine işaret eder. Mustafa Suphi’nin öldürülüşünün hemen ardından 16 Mart 1921’de Sovyetler Ankara ile bir anlaşma imzalayacaktır. Ankara ve Moskova’nın İngilizlerle anlaşma imzalamaları da tuhaf bir tesadüf eseri aynı güne denk gelmektedir. Bu anlaşmaların Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş anlaşması olduğunu rahatça söyleyebiliriz.
Çalışma bir biyografi çalışmasının çok ötesinde bilgiler ve belgeler içermektedir. Cilasun, çeşitli yayınlarda ve arşivlerde dağınık olarak duran belgeleri kronolojik olarak bir araya getirip Mustafa Suphi olayının gerçek bir kompozisyonunu çizer. Bu kompozisyondan hareketle, Mustafa Suphi ve arkadaşlarının trajik sonundan günümüzde alınacak dersleri cesaretle ortaya koyar. Trajik ölümün, Mustafa Suphi’nin ideolojik yetersizliğinin ve Partinin zaaflarının üstünü örtmesi, bu yetersizlik ve zaafların tartışılmaması, tartışma geleneğinin oluşmaması ve özeleştiri mekanizmasının gelişmemesi, zaafların gelenek olarak günümüze taşınmasını neden olmuş ve yanlışlıklar zinciri ile yanlış ideolojik hat pekiştirilmiştir. Kırmızı yanlışlara dokunulmamıştır.
Dönemin ideolojik iklimini şekillendiren İttihatçılık, Mustafa Suphi ve arkadaşlarında da egemendir. Suphi ve arkadaşlarının kendilerini komünist olarak ifade etmeleri ittihatçı geçmişleriyle bir kopuşu yansıtmaz. Dolayısıyla, Parti her ne kadar Marxizmden söz etse, dilinde bu jargonu kullansa da İttihatçı gelenekten gelen Mustafa Suphi ve diğer yöneticilerin kendilerini milliyetçilikten arındıramamışlardır. Cilasun, TKP’nin bıraktığı belgelerden “TKP kadrolarının hakim ulus milliyetçiliğine karşı tavır almada bir hayli ayak sürüdüklerini göstermektedir’ (s 67) yargısına varmaktadır. Bu durum devrimci harekete geleneksel bir zaaf olarak sirayet etmiş milli mücadeleyi anlamlandıramamaya, yanlış anlamaya sebep olmuş, hakikatin kadrolara ve kitlelere yanlış empoze edilmesi sonucu kitleler ve kadrolar yollarını şaşırmıştır. Bu gün kendilerini devrimci olarak niteleyen hareketlerin ideolojik sefaletinin arkasında bu gelenek yatmaktadır.
TKP’nin ideolojik hattı, bu partinin fiili ajanları zahmete sokmayacak ölçüde saldırıya ve tasfiyeye açıktır. (s 72) Bu gelenek de maalesef süreğenleşecektir. Her tefkifatta aynı sahne yaşanmaktadır. Partinin 1980’deki çözülüşünde bu yapılanmanın zaafları etkendir. TKP 12 Eylül 1980 sonrasında kendisine, TKP ile ilgisi bulunmayan bir olayla ilgili bilgisine müracaat edilen bir partili bir gazetecinin kapalı yer fobisi neticesi çözülmüştür. TKP Anadolu Hareketini yanlış tahlil eder, Eylül 1920 deki bir raporda ” Mustafa Kemal Paşa ile Doğu Cephesi Komutanı Kazım Karabekir Paşa’nın verdiği bilgilere göre, hükümet ve ordu çevrelerinde bolşevizme karşı duyulan tasvip ve sempati duygusu artmış bulunuyor ve hatta isyan hareketinin kimi üst düzey yöneticileri komünist olmak istemektedir’ (s 72) sözleri partinin gerçeklerden ne kadar uzak olduğunu göstermektedir. Parti bu görüntünün Sovyetlerden yardım alma amacıyla verildiğini anlayamamaktadır. Parti, İttihatçılığı ve Kemalistlerin İttihatçı geçmişini unutmuştur.
Aynı tarihte Fransızlar Kemalistleri son derece net tahlil etmektedir.’ TKP değil ama Fransızlar, Ankara’nın oynadığı bu komünistlik oyununun farkındadırlar. Ankara’nın kurduğu sahte Komünist Partisi hakkında Fransız Levan Ordusu Başkomutanı’nın Paris’e yolladığı raporda söyle demiştir: Türk milliyetçileri daha erken davrandılar ve Baku Kongresi’nden sonra Anadolu’ya sızmaya hazırlanan Mustafa Subhi türünden komünistler buna zaman bulamadan, Anadolu, şubeleri ve propaganda büroları şaşırtıcı bir hızla teşkilatlanmış kendi Komünist Partisi’ne sahip oldu… Oyun oynanmıştı: Mustafa Subhi ve arkadaşları dışlanmıştı ve Ankara hükümeti tümüyle kendisine bağlı ve Moskova’dan bağımsız bir Komünist Partisi oluşturmuştu… Ankara’da kurulan sözümona Komünist Partisi’nin gerçek amacı bu. Her yönüyle, savaş döneminde Talat Paşa’nın emriyle Türkiye’nin 1917’de Stockholm’de düzenlenen Sosyalist Enternasyonal Kongresi’nde temsil edilmesi amacıyla kurulan meşhur Sosyalist Parti’yi hatırlatıyor’ (s 73) Mustafa Suphi bu sahte partiyle birleşmek için Anadolu’ya gelmektedir. Suphi ve arkadaşları Ankara’ya ulaşsalardı da bir şeylerin değişmeyeceği TKP’nin bıraktığı belgelerden anlaşılmaktadır.
Suphi, Anadolu’daki mücadeleyi de doğru tahlil edememektedir. Esas yönünü Ankara’ya, konformistlere çevirmiştir.(s 75) TKP, Ethem Bey hareketinin karşısında Ankara’nın yanındadır. TKP, Ethem Bey’le arasında derin bir mesafe koyar: “[B]izler Ethem’in ve yandaşlarının Batı Cephesi’nde, Anadolu Cephesi’nde devrimci Anadolu hükümetine karşı çılgınca, anarşik çıkışını lanetliyoruz. Anadolu’daki devrimci hareketin destekçileri olarak bizlerin bu gibi şahıslarla hiçbir ilişkisi ve hiçbir ortak yanı olmamıştır ve olamaz.’ (s 185) TKP politikası teslimiyetçidir, devrimci hareketlerle ilişki kurmak yerine Ankara’yı ikna etmeye çalışır, paşalar arasındaki çelişkilerden (!) yararlanmaktan söz eder. (s 84) Bağımsız bir çizgiyle aşağıdan bir örgütlenme yerine, tepeden inmeci İttihatçı yöntemi sürdürür. Zaten propagandistleri ve Anadolu’ya gönderdikleri temsilcileri de eski İttihatçılardır. Türkiye’ye girebilmek için Ankara’daki eski İttihatçılarla uzlaşmaktan çekinmez, adım adım her şeyinden taviz verir, hatta 1 Ocak 1920 tarihli Mustafa Suphi ve Ethem Nejat’ın birlikte imzaladıkları mektupta, Türkiye’ye girebilmek için yayın organına oto sansür uygulanması talimatı bile verilir: “Yeni Dünya’da hakiki ve ilmi Komünist edebiyatı intişar etmeli ve memlekete girmesi memnu olmayacak şekilde olmak şartıyla haırhahane tenkitler yapışmalıdır.’ (s 117)
Partinin örgütlenmesi ve yapılanmasından doğan zaaflar, trajik sonu hazırlayan sebeplerin başında geldiği, Cilasun’un kronolojik olarak verdiği belgelerle ortaya konmaktadır. Partinin ideolojik bir netliği yoktur. Belgelerden neredeyse herkesle işbirliği yapıldığı açıkça gözlenmektedir. Ermeni tehciri sırasında Der es Zor mutasarrıflığı görevinde bulunan ve kitlesel ölümleri örgütleyen Salih Zeki’yi TKP kadrolarında ve hatta temsilci olarak görmek vahim bir tablodur. Zaten Partinin Ermeni sorununa bakışında İttihatçı söylemin dışına çıkamaması, Ermeni kırımını mukatele olarak algılaması ve adlandırması sonucu olarak, Teşkilat-ı Mahsusa elemanı Salih Zeki gibilerle ilişkiyi mahzurlu görmez. Karabekir’in Maçka’da kafileden ayırdıkları TKP elemanlarına ilişkin “Türkistan’daki hidmet-i mezküreleri hakkındaki müteaddit zevatın şahadetlerinie binaen… serbestiye mahzar’ (s 183) olduklarını kaydeder. TKP, Yanı başında Ermenistan yok edilirken de seyircidir. Ermenistan’da Taşnak’ların devrilmesini alkışlarken, Ermeni halkının katledilmesini görmez.
Şurası da ilginçtir ki, Erzurum’da Suphilere karşı örgütlenen linç ve karşı propagandanın dili Kampanyanın hangi mutfakta pişirildiğinin işareti olarak okunabilir. Bu dil komünistlere karşı gelenekselleşerek bir şablon olarak günümüze uzanacaktadır. Muhafaza-ı Mukaddesat Cemiyeti’nin bildirisi sonrakilere rehber olmuştur.(s 147) Gerek anti-komünistler gerekse de devlet aynı dili kullanmaktadırlar. Bu da Suphi’lere karşı komplonun nereden işaret edildiğini gösterir.
İttihatçıların B kadrosunun egemen olduğu Ankara’nın, Suphi’nin öldürülmesinde kullandığı yöntem, içinden geldikleri İttihatçı geleneklere uygundur. Mustafa Suphilere karşı propaganda ile Adana 1909 (s 122), Suphi’lerin yolculuğu ile 1915’te Ermenilerin trajik yolculuğu (s 123) arasında benzerlikler şaşırtıcıdır. Cinayetin tetikçilerinin de gelecekte ayağa dolanmamaları için yok edilmelerinde de aynı İttihatçı yöntem uygulanır. Çerkez Ahmet ve arkadaşına uygulanan yöntem Yahya Kahya’ya da uygulanır. Bu yöntem günümüze de yabancı değildir. İncelemede, Şehitlik- mağduriyet- kahramanlık masalına karşı acı gerçek ortaya serilmiştir. “Karadeniz açıklarında 86 yıl önce işlenmiş olan katliam, devletin cebrine karşı nesilden nesile Mustafa Suphi’leri sahiplenen haklı ve meşru bir savunma refleksini beraberinde getirmiştir. Ne yazık ki, Türkiye devrimci hareketi günümüze kadar uzanan bu savunma ref¬leksini bir kahramanlık masalına dönüştürerek, Mustafa Suphi’yi ve önderlik ettiği TKP’yi -ve tabii bu arada kendini de- eleştiriden muaf tutmuştur. ‘Devrim şehidi’ kavramı, yapılması gereken bütün se¬rinkanlı tartışmaların önüne dikilmiştir. Kökleri tarihsel ve toplumsal açıdan epey derinlerde olan ‘şehit’ kavramı, Türkiye devrimci ha¬reketinin tamamına sirayet etmiştir.’ (s 94-95)
Acı gerçeğin inkarı ise, Türkiye devrimci harekette onulmaz yaralar açmıştır; “Ne hazindir ki, Türkiye devrimci hareketi, içinden geçtiği siyasal ve ideolojik buhranın prangasına vurulmuşken, yarattığı resmi tarihin gediklerini kapatamaz haldedir. O gedikten şimdilerde nasyonal sosyalistler kendilerine malzeme çıkartmakla meşguldürler tabii bir tür kafa karıştırma çabasının parçası olarak. Günümüz Türkiyesi’nde Mustafa Suphi’nin şahsında bir Türkçü/Turancı keşfedebilmektedirler. Suphi’nin 1920’de çekemediği ayrışım çizgisinin açıkta bıraktığı gedik, bugün nasyonal sosyalizmin propaganda malzemesi haline gelebilmektedir… 1921’de yaşanan ağır yenilgi siyasal ve ideolojik bir yenilgidir. Ve bu yenilginin sorumluluğu tamamen Mustafa Suphi’ye ve onun önderi olduğu TKP’ye aittir.’ (s 95) Suphi’lerin Ankara’yı yanlış tahlil etmeleri ve Sovyet yöneticilerinin Ankara’ya reel-politik perspektifinden bakışları Türkiye sol hareketine bir ideolojik körlük virüsü olarak bulaşmıştır.
Burada Cilasun’un sorduğu soruya cevap verelim: Şayet, Mustafa Suphi’nin yolculuğu Trabzon’da noktalanmayıp Ankara’ya kadar uzansaydı Suphi’ler hayatta kalabilirlerdi ancak devrimci hareket adına netice değişmezdi. Cilasun’un acı gerçeği ifade eden bu son derece cesaretli incelemesi, kırmızı yanlışlarımızı ortaya serdiği kol kırılır, sol içinde kalır geleneğine karşı, dürüst ve öğretici bir duruştur.

Kaynakça:
1-Aktaran: Cilasun Emrah, Mustafa Suphi’yle Yoldaşlarını Kim öldürdü?, Agora Kitaplığı, Ocak 2008, s 95
*Başlık ilhamını veren sevgili Sezai Sarıoğlu’na teşekkürler
2-Cilasun Emrah, Mustafa Suphi’yle Yoldaşlarını Kim öldürdü?, Agora Kitaplığı Ocak 2008, 214 shf.
3- “Soğuk Savaş’ ve “Detant’ her ne kadar İkinci Savaş sonrası terim olmasına karşın 16 Mart 1921 tarihinde imzalanan İngiliz-Sovyet Ticaret Antlaşması ve aynı tarihte imzalanan Sovyet-Türkiye Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması ve Yine aynı gün Londra’da Bekir Sami ile Robert Vansittart arasında imzalanan anlaşma sonrası oluşan atmosfer “detant’ ruhu taşımaktadır. İngiliz-Sovyet Antlaşması tarafların çıkarlarına ve nüfuz alanlarına karşı eylemlerde bulunmaması hükmünü içermektedir. İngilizler Mart 1921 den itibaren Anadolu’daki Türk-Yunan Savaşında tarafsızdırlar. İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri John de Robeck’in ifadesiyle: “Bunun [Sovyet-İngiliz yumuşamasının] , Türkiye’de bir çözümü beraberinde getirecek uygun bir an olduğunu kavramak durumundayız; ve İmparatorluğumuzla Rusya arasında bir tampon oluşturmak bizim için bir hayati önemdedir.’ (Akt. Bülent Gökay, Emperyalizm ile Bolşevizm Arasında Türkiye çev. Sermet Yalçın Agora Kitaplığı 2006 s 153) Tampon bir devlet olarak Türkiye İngiliz çıkarlarına uygundur. Lozan’la birlikte, “Türkiye iki rakip güç arasında tampon olarak kalabilir ve böylece ulusal varlığını kurtarabilirdi… Sonunda, Türkiye’nin bağımsızlığı kuzeyde Rusya ve güneydeki Büyük Britanya arasında ne kadar mümkünse o kadar emniyetle sağlandı'( Bülent Gökay, Emperyalizm ile Bolşevizm … s 229) Bir başka açıdan da Lozan’da Türkiye Cumhuriyeti’nin “kuruluşu’nu, “[S]avaş sonrasının yeni dünya düzeninde zayıflamış pazarlara göre güçlü ulusal özelliği olan pazarların tercih edilir olduğu’ (Tolga Ersoy, Lozan Bir Antiemperyalizm Masalı Nasıl Yazıldı, Sorun Y. 2004 s.148) bir anlayışın eseri olduğunu da söyleyebiliriz. Sait Çetinoğlu, Yüzellilikler. www.peyamaazadi.org/foto/PdfDosyalari/Yuzellilikler.pdf
4- Salih Zeki Der es Zor’da en az 200.000 Ermeni’nin ölümünden sorumludur. Taner Akçam Ermeni Meselesi Hallolunmuştur, İletişim, 2008, s 65.
Dadrian, Salih Zeki’nin Talat’ın Suriye’ye gönderdiği iki cellatından biri olduğunu kaydeder: “Talat, iki cellatını kurban nüfusundan kalan bitap düşmüş ve bir deri bir kemik kalmış insanların kılıçtan geçirilmeleri için Halep ve Der Zor’a gönderdi. Onlardan biri Abdüllahat Nuri idi [Abdüllahat Nuri, Ankara hükümetininin dış işleri bakanı Yusuf Kemal’in (Tengirşek) kardeşidir. Suphi ve arkadaşları Ocak 1921başlarında Kars’tayken Yusuf kemal ve Rıza Nur Sovyetlerle görüşmek üzere Moskova yollarlındadırlar. Karabekir, Suphi ve arkadaşlarını bunlarla görüştürmek için Kars’ta bekletmektedir. Suphi 5 ocak 1921 tarihli raporunda Dr. Nazım’ın kayınbiraderi olan diğer bir soykırım suçlusu ve yıllarca dışişleri bakanlığını yürütecek Tevfik Rüştü’nün (Aras) Rusya’da komünizmi tedkik ve üçüncü Enternasyonal ile temin-i münasebet etmek üzere gideceklerini kaydeder (Cilasun s 124) Soykırım suçlamasıyla tutuklanan Nuri, Ermeni Patriği tehdit edilerek alına ifade ile Bekirağa bölüğünden çıkarılmıştır] Diğer özel cellat Salih Zeki idi. Salih Zeki, dehşetli ayrıntıları soykırım boyutlarının işareti olan kitlesel cinayetin en cehennemi yerlerinden biri olan Der Zor yakınlarındaki cinayetleri [bu satırların yazarı bu kitlesel cinayetlerin izlerine Der es Zor yakınlarındaki Mergadeh’te 2007 yılında bizzat şahit olmuştur, 100 yıla yakın süre geçmesine rağmen soykırımın izleri hala silinmemiştir http://www.rizgari.com/modules.php?name=News&file=article&sid=8905] fiilen yönetmiş ve bizzat yardımcı olmuştur. Salih Zeki, Kayseri sancağındaki Everek’ten nakledilmiş ve [katliama bulaşmak istemeyen mutasarrıf Ali Suat görevden alınarak] Der Zor bağımsız sancağının mutasarrıfı olmuştu. İddianame yok etmiş olduğu Ermenilerin sayısıyla övündüğünü kaydeder’ (Vahakn N. Dadrian, Ermeni Soykırımında Kurumsal Roller, Toplu Makaleler Kitap 1, çev Attila Tuygan, Belge Y. 2004. s 255 dpn.26)
“İskenderun konsolosu Hoffman 29 Ağustos 1916 tarihli bir raporda, haftalarca, aylarca süren zorunlu tehcir yolculuklarından sağ kalan Ermeni kafilelerine karşı yürütülen bir dizi katliamdan söz eder. Yüzeli kilometre uzunluğundaki Halep Der Zor vadisinde kiralık çerkes gruplarının göçmenlerden kalanların neredeyse hepsini kestiklerini anlatır.’ Vahakn N.Dadrian, Ermeni Soykırımında kurumsal Roller… s 112
Devam et...

Umut engel tanımaz!

0 yorum
TİB tarafından üçüncü kez engelenen Umut Gazetesi engel tanımıyor, umutgazetesi3.org olarak yayındayız
Üçüncü kez Türkiye İletişim Başkanlığı (TİB) tarafından engellenen, sizleri dünyada olup bitenleri iletmeyi ve gerçeklerin sesi olmayı amaçlayan gazeteniz Umut olarak, umutgazetesi3.org alan adımızla yayın hayatımıza devam ediyoruz. TİB’in sansürü nedeniyle kısa bir süre kesintiye uğrayan yayınımız nedeniyle tüm okurlarımızdan özür dileriz.
umutgazetesi2.org TİB tarafından 14 Temmuz 2017 tarihinde erişime kapatıldı. TİB tarafından “idari tedbir” kararı nedeniyle kapatılan internet sitemiz, hiçbir hukuki dayanak ve beyanat olmaksızın siyasi bir kararla sansür altına alındı. Özgür basını susturmak için siyasi iktidarın emirleriyle yapılan yasaklara ve keyfi engellemelere gerçekleri aktarmaya çalışan birçok dost basın-yayın kuruluşu gibi Umut Gazetesi olarak maruz kaldığımızı biliyoruz. Bundan sonra da aynı yasaklara ve engellemelere maruz kalacağımızı biliyoruz ama asla susmayacağız. Umut, engel tanımaz.
AKP’nin ve Saray’ın sözcülüğünü yapan, yalan haberleriyle gerçeklerin üstünü örtmeye çalışan havuz medyasına karşı tüm sansürlere ve engellemelere rağmen ezilenlerin yanında yer alacağız ve gerçeğin sesi olmaya devam edeceğiz.
Hiçbir yasak, sansür ve engelleme “umut”larımızı sindiremez. Sansürü umutgazetesi3.org adresi ile deliyoruz.

#UmutEngelTanımaz


Devam et...

16 Temmuz 2017 Pazar

Devrimciler Ölmez Unutmadık

0 yorum
TKP/ML savaşçısı İhsan parçacı'yı saygı ve özlemle anıyoruz.
Devam et...

Unutulan Sovyet Cumhuriyeti

0 yorum

Birinci dünya savasında osmanlı orduları  doğu cephesinde yenilgiye ugramışlardı. Enver Paşa bizat kendi komutasında, doğu cephesinde yeni bir harekata girişmek için uzun süreli bir hazirlık yapmıştı .  yüz bin kişilik  bir ordu ile rusları ansızın arkadan cevirip imha etmek  için orduyu  geçitvermez Alahuekber dağlarından geçirmek ister. Osmanlı ordusu daha ruslarla karşılaşmadan, 40 bin kişi Alahuekber daglarında  kara kışın öldürücu soğuğunda donar; bircogu sakat kalir. Dagları aşabilen 30- 40 bin kişilik birliklerle ruslara saldıran Enver Paşa  elindeki askerleri de bu çarpışmalardan kayberedek İstanbula döner. Rus orduları  ciddi bir direnişle karşılaşmadan  kuzey kürdistanın kuzey bölgelerini ve doğu karadenizi işgal eder.
Erzincana kadar gelen Rus orduları Dersimlilerin gayri nizami birlikleri tarafından durdurulurlar. Panik halinde geri çekilen Osmanlı ordusunun 28 ve 36. fırkaları Dersime sığinırlar ve orada korunurlar. 1. Rus Ordusu, Munzur dağları, sadak dağları ve Çardaklı bogazında cephe tutmuş, daha fazla ilerliyemiyordu.
1917 den sonra Rus ordusunda disiplin bozulmuş, askerler savaşmak istemiyorlardı ve özellikle sivil halka karşı silah kulanmıyorlardı. Rus ordusu Dersim cephesini  bir kaç kez kırmak için cılız girişimler yaptıysa da ,  gerek Dersim güçlerinin güçlü direnişi gerek rus ordusunda giderek hakim olan devrimci düşüncelerin etkisiyle askerlerin sivil halka karşı savaşmak istememeleri sonucu, bu girişimler başarıya ulaşamadı.
1917  Rusyada Ekim devrimi oldu ve bütün cephelerde devrimci akser konseyleri yönetime el koydu. Osmanlı ordusunu bozguna uğratan 1. Rus ordusunda da Bolşevik partisi üylerinden oluşan konsey yönetime el koymuş ve  Çar taraftarı general ve subayları tutuklamıştı. 1. Rus ordusunun yönetimine Gürcüstan  Sosyal Demokrat parti üyesi ve İşçi sovyetleri üyesi Arsak Cemalyan, Viktor Tedzaya,  karargah fotografçısı Esadze getirildiler. 1. Kızıl ordu   olarak askeri birlikler yeniden örgütlendirildiler. 1. Kızıl ordu yönetimi, komutayı alır almaz Osmanlı savaş esirlerine Bolşevik devriminin ilkeleri anlatarak serbest bırakıldılar. İstiyenin kızıl ordu ile birlikte kalabileceğini istiyenin ise gidebileceği söylendi. Yeni komuta konseyi, işgal bölgelerinde propaganda birlikleri oluşturarak  halkı kızıl orduya destek olmaya ve bölgelerinde yönetimi ele almak için hazırlık yapmaları ve komiteler oluşturmaları propagandasını yapıyordu.
Sovyet hütümeti bütün cephelerde savaşı durdurdu ve işgal bölgelerinden çekilecegini açıkladı. Bu savaşın emperyalist bir savaş olduğunu ve esas amacının Osmanlı topraklarını  paylaşmak olduğunu belgeleriyle açıkladı ve ingiltere iler  Çarlık rusyası arasında yapılan paylaşım anlaşmalarını açıkladı.
1.Kızıl ordu, Lenin ve Sovyet hükümetinin direktifleri doğrultusunda  24 kasım 1917 de Osmanlı hükümeti ile bir barış antlaşması imzaladı.  Antlaşma hükümlerine göre, kızıl ordu işgal bölgesinde üç ay içinde çekilecek ancak  çekildiği bölgelerde yönetimi yerel halkın  seçimle oluşturacağı konseylere devredecek,   Osmanlı hükümetinin de halkın  yönetimine saygı duyacağını ve tanıyacağını, osmanlı  idaresi ve ordusunun herhangi bir şekilde bu yönetimlere müdahale edemiyeceğini, herhangi bir karışıklık durumunda sovyet ve osmanlı hükümetlerinin ortak kararları ile ve bölgede oluşan hükümetin talebi doğrultusunda hareket edileceği,   ve benzeri hükümler yer almıştı.
Erzincanda mütareke imzalandıktan sonra,  osmanlı mütareke komisyonu başkanı  ve Enver Paşanın amcası, bu mütarekenin kağıt üzerinde kalmaya mahküm olduğunu ve bu toprakların osmanlı idaresine geçeceğini açıklamıştır.
Mütarekeden hemen sonra, 1.Kızıl ordu komtanı Arsak Cemalyan, Kürt,Türk ve Ermeni ileri gelenleri ile bir toplantı yaptı.bu toplantiya Ermeniler adina Muradov,kürtler adina Aliser ve alisan beyler, türkler adina istanbuldan gönderilen erzincan müftüsü katildilar. Bölgede nüfus sayımı na göre halk temsilcileri sayısı belirlendi ve en kısa zaman içinde Erzincan, Bayburt,  Dersim bölgelerini kapsıyacak 25 (ermeni kaynaklari 75 temsilci oldugunu söyler)halk temsilcisinin hemen belirlemesi çalışmalarına başlandı. Kızıl ordunun  desteği  ile çevre bölgelere  propaganda birlikleri seferber edildi.     Birinci  kızıl ordu parti ve askeri komitesi  Türk, Kürt ve Ermeni halkına ve emekçılerine çağrısı  adı altında ki bildiri bölgede büyük bir heyecan uyandırdı. Halk büyük bir heyecanla olanbitenleri anlamaya, istanbul hükümetini tanımamayı ve kendi hükümetini kurmaya başladı. Çarlık ordusu korkusuyla kaçanlar yerlerine döndünler.  Doğu ve Batı Dersim adına  toplantıya Katılan Alişan ve aliser beyler,  Bir araba ve  16 Atlı ile Dersime gitti ve Dersim ileri gelenleri ile bir toplantılar yaptı. Bu toplantılarda Dersimlilerin  Şuura hükümetine aktif şekilde katılmas ı kararlaştırıldı ve yapılan seçimlerle Hozat, Polemor, kızılkilise Mazgert ve Plurdan halk temsilcileri seçildi. Bu temsilcilerden ismi bilinenler, Use Seydali, Ağaye Piremed, Memo Loliz,, Ali, ve Çeko dur..Batı Dersimdende  Alişan Bey iki  Delege ile  gelir. Dersim delegeleri 8 bin kişilik bir askeri güçle Erzincan’a gelirler. Dersim Delegeleri Erzincan’a gelirken, Soveyt ordusu ve Ermeniler askeri törenle karşılar. Erizincan’da bulunan  5 Türk delegesi  karşılama törenlerine katılmıyorlar. Ermeni  temsilciler heyeti başkanı Muradof Paşa, törende bir konuşma yapar. Muradof Paşa, Ekim devriminin dünyadaki ve bölgedeki etkilerini anlattıktan sonra “ Türkler Kürtler ve Ermeniler kardeştir. Bizi birbirimize kırdıranlar emperyalistler ve onların yerli işbirlikçileridir. Biz çektiğimiz acıları unutuyoruz ve barış elimizi uzatıyoruz. Bütün  Kürt, Ermeni ve Türk rençberleri ve amaleleri birleşerek kendi şuuramızı kuralım. Bizim Sultanlara ihtiyacımız yoktur. Rus amalesi zalim Çarı devirerek kendi hükümetlerini kurdular, bizde birleşerek kendi hükümetimizi kuralım. Lenin ve Ordusu bizi destekliyor” dedi.
Daha sonra Dersim delegeleri, Belediye binasında düzenlenen, Türk, Ermeni delegeleri ve kızıl ordudaki siyasi komiserlerle tanışma toplantısına katıldılar. Dersim delegeleri toplu halde Kerimoğlu mahalesinde kendilerine tahsis edilen Misafirhanede kaldılar. Aynı hafta Cuma günü Erzincan Belediye Meydanında çevre köylerinde gelenlerinde katılımıyla büyük bir miting düzenlendi.  Erzincan tarihinde ilk defa böyle çoşkulu bir kitle gösterisine sahne oluyuordu. Ermeniler, Kürtler ve Türkler bayramlaşıyor, birbirlerini kutluyor , kucaklıyor ve birkaç  ay öncesine kadar sürüp gelen katliamları  kınıyorlardı. Halk artık kendi efendisi olacak, artık  kendi yöneticilerini kendisi seçecektir. Mitingde  kızıl ordudan bir yetkili de konuşma yaptı  Kızıl ordunun işgalci olmadığını, Çar generallerini işledikleri suçlardan dolayı yargılanacaklarını, işgalden zarar gören küçük esnaf ve zanaatçıların zararlarını karşılıyacaklarını, topraklarına el konulanların topraklarının  iade edileceğini ve zararlarının giderileceğini belirterek, Kurulan Erzincan  Rençber ve amale Şuurasına her türlü desteğin verileceğini söyledi. Mitingde Kürt Ermeni ve Türk  temsilcileri adına da konuşmalar yapıldı. Miting bir bayram havasına dönüşmüş, eski düşmanlar barışıyordu, eski güzel anılarını anlatarak nasıl  kapı-komşu ve iç içe kardesçe yaşadıklarını anlatıyorlardı.
Kerimoğlu mahalesindeki İbiş’in  büyük konağı  şuura toplantıları için  kulanılıyordu.  İşçi köylü temsilcileri  İbiş’in konağında aldıkları kararları Belediye binasında  çalışmalarını sürdüren komisiyonlara aktarıyor,  komisiyonlarda  kararları icraya koyardı.
Şuura bir halk iktidarı idi.  Şuura kararları, Bayburt, Erzincan ve Dersim komisyonları  kendi bölgelerinde yürütmekle görevli idi. Şuura kararlarını oy çokluğu ile alıyordu.
Şuura tartışmaları  Ermeni delegelerle Türk Delegeler arasında olurdu. Bir çok karar Türk delegelerin muhalefetine rağmen alınıyordu.
Şuuraya Kızıl ordunun ve RSDP(B) üyelerinin  askeri, sayasi, ve ekonomik desteği ile  kısa zamanda  gerçek bir iktidar oldu. İlk etapta, Sovyetlerdeki Kolhozların benzeri bir  kolektif üretim çiftlikleri oluşturuldu. Türk delegelerinin muhalefetine ragmen istihbarat ve askeri  örgüt  ve polis teşkilatı kuruldu. Maliye kanunu çıkarıldı ve  vergilerin Istanbul hükümetine değil, şuuraya ödenmesi  ve vergi miktarları  belirlendi. Toprak kanunu çıkarıldı, topraksız köylülere toprak dağıtıldı , tenkil komitesinin el koyduğu ermeni toprakları sahiplerine  iade edildi..
Türk temsilcileri  toprak kanununa özellikle engel olmak için ellerinden geleni yaptılar. Dersim delegeleri de bu tartışmalarda ikiye ayrıldılar. Türk ve Ermeni delegeleri arasında çok sert tartışmalar yapıldı ve kanun oy çokluğu ile çıkarıldı.
Osmanlı ordusu bölgeden çekilirken bölgede yeni bir illegal örgütlemeye gitti. Rus işgal güçlerini  rahatsız edecek askeri eylemlilikler için bazı türk köylülerini örgütleyip silahlandırmış ve istihbarat ağını  geliştirmişti.  Osmanlı ordusu bölgeden çekilirken Ermenilerin eylemlerine karşı kendilerini savunmak için türk köylerinene  askeri malzeme bırakmıştı. Ancak Rus ordusu bölgede olduğu sürece  Ermeni ve Türk çatışmasına meydan verilmedi ve bu silahlar da kulanılmadı. Ancak savaş öncesinde ve savaş süresi içinde oluşturulan Tenkil komitesi, cemiyeti islamiye, Kararkol örgütü gibi  İttihatçı örgütlenmeler, Çarlık ordusunun işgali dönemi boyunca faaliyetlerini gizli olarak yürüttüler. Şuura daki türk temsilciler Cemiyeti islamiye’nin insiyatifi altında idiler. Bu örgütlerin  yöneticileri ise İttihat ve Teraki  partisi yönetimi tarafından atanıyordu.
Ekim devriminin bölgedeki etkisi hissedilince, Kızıl ordunun ve Ermeni taşnak partisinin halkların kardesliği propagandasi Cemiyeti islamiyenin etkisini çok zayiflatti. Şuura faaliyetlerine katılan Türk köylüleri eskiden Ermeni korkusuyla desteklediği Cemiyeti İslamiyeye desteklerini çektiler hatta karakol örgütün elamanlarını kovdular ve faaliyetlerini ifşa ettiler. İttihat teraki Cemiyeti islamiyeti yeniden canlandırmak için Cafer beyi bölgeye gönderdi. Ancak Ekim devriminin bölgede yarattığı halkların kardeşligi öyle güçlenmişti ki Cafer bey fazla etkili olamadı. Bunun üzerine Mazhar Bey bölgeye görevli olarak gönderildi, oda başarılı olamayınca yerine Abdulmabut atandı. Abdulmabut  digerlerinden farklı bir strateji ile Erzincana geldi. O resmi olarak Erzincan Müftülügünü de üstlenmişti, ancak esas görevi Cemiyeti islamiyeyi canlandırmak ve Şuura hakimiyetini sınırlamak ve Türk ordusunun bölgeye girişinin zeminini hazırlamaktı. Abudulmabut Kızıl ordunun yavaş yavaş geri çekilmesinden cesaret alarak, Cemiyetin merkezini bizzat Erzincan Merkezdeki Camiilere aldırdı. Çalışma alanlarını 7 bölgeye ayırarak görevliler atadı ve propağanda grupları oluşturarak yoğun bir çalışma başlattı.
Abdulmabut, görünürde Şuura çalışmaları karşışında lakayıtsız görünmesine rağmen, fiiliyatta şuura hakimiyetini kırmak için elinden geleni yapıyordu. Ermenilerin ve Dersimlilerin Müslümanların mallarına el koyacaklarını ve müslümanları bölgeden kovacaklarını, Camileri depoya çevireceklerini, müslümanlığın yasaklanarak Rusyadaki gibi dinsizligi getireceklerini, gibi klasik anti-komünist propağandayı geliştirerek kitle desteği sağlamaya çalışıyordu. Müslümanların vergilerini Hırıstıyanlara ve dinsiz Şuura hükümetine verilmemesini, Vergileri ancak  Allah adına Sultanın toplama yetkisi olduğunu söyleyip müslüman köylerini haraca bağladı. Kızıl ordunun, Kirbuz ve Kolhozların halk içinde etkili olmak için verdiği Maddi destek, bu kuruluşları yoksul köylülerin  gözünde çok itibarlı kılmıştı. Cemiyeti İslamiye Kolhozların bu etkisini kırmak için  İstanbul hükümetinden çok böyük bir ödenek aldı ve müslüman köylülere yiyecek ve giyecek yardımı olarak dağıttı. Bütün bunlara rağmen Cemiyeti İslamiye tecrit  çemberini kıramadı. Müslüman ve Türk halkı da Ekim devriminin etikisi  ile Şuura çalışmalarını destekliyordu. Bunun üzerine Cemiyeti islamiye ve Karakol örgütü provakasyonlara başvurmaya  karar verdiler. Henüz kuruluş aşamasında olan  Erzincan Şuura hükümetinin askeri ve istihbarat birimleri, Şuura çalışmalarını destekliyen türk ve müslüman halkın desteği ile Cemiyeti İslamiyeyi suç üstü yakaladılar. Erzincan’ın Zetkig ve Mola  köylerindeki camiileri yakan Cemiyeti  İslamiye “Ermeniler camiilerimizi yaktılar” diyerek ortalığı karıştırmaya, müslüman halkı ayaklanmaya çağırdılar. Aynı zamanda  Karakol örgütünün ikinci adamı ve karakol örgütünün üyesi  Tayyar Bey halka silah silah dağıtırken  Şuura güçlerince suç üstü yakalandı. Bölge halkı  bunun üzerine Cemiyeti islamiyeye karşı ayaklandı, Tayar ve Abdulmabut  linç edilmek istenirken, Kızıl ordunun müdahalesi ile kurtarıldılar ve İstanbul hükümetinin isteği üzerine İstanbula gönderildiler.
Kızıl Ordunun 1918 Şubat sonuna kadar erzincanı boşaltması gerekiyordu. Kürt ve Ermenilerin daha fazla kalma istekleri  fazla etkili olmadı. Ermenilerin büyük çoğunluğu Taşnak ve hincak partisi taraftarı ve  Erivanda Menşevik hükümet kurarak Bolşeviklere karşı savaşıyorlardı. Erzincandaki 1.Kızıl ordu çok acil olarak Kafkasyadaki Menşevik hükümetlere karşı harekete geçme emri almıştı. Erzincan ve Çevresindeki  bazi Ermenilerin Bolşevik taraftarlığı fazla inandırıcı bulunmadı ve  Kürtlerde ise sosyalist düşünce hakim eğilim değildi.Bu nedenle Kızıl Ordu , Cemiyeti İslamiye ve İstanbul hükümetinin işgal planlarına karşı fazla bir şey yapmadan, Şuuraya istenilen destegi ve güvenceyi  vermeden çekildi.hatta kafkasyada osmanli ordusu ile isbirligi yaparak kurulan ulusal mensevik hükümetlerine karsi birlikte savastilar.
Kızıl Ordunun Erzincan’dan çekildigi gün Türk delegeler Şuura çalışmalarından çekildiklerini  ve İstanbul hükümetine bağlı olduklarını açıkladılar ve azınlık olmasına rağmen Şuura adına 9. Osmanlı ordusunu bölgeye davet ettiler.  Erzincan, Bayburt ve Dersimi saran şenlik ve coşkulu hava yerini tedirginliğe bırakıyordu.. Osmanlı Hükümetinin Sovyet hükümümeti ile yaptığı barış antlaşmasına uymıyacağı, böleyi işgal ederek Ermenileri kovacağı söylentileri yayılmaya başladı. Cemiyeti islamiye ise artık Ermenilere açıkça savaş çağrısı yapıyor ve Dersim delegelerini “cihad”a  kazanmak için yoğun çabalar harcıyor, etkili kişileri ve Subayları araya koyuyordu. Bu heyetlerin başlarından biri de gizli Azadi örgütü  sorumlusu Binbaşı Cibranlı Halit Bey idi. Cibranlı Halit Bey,  Dersim ileri gelenleri ile gizli görüşmelerde yaptı ve onlara, henüz ayaklanma ve savaş zamanı olmadığını, kürtlerin belli bir hazırlıktan sonra topluca ayaklanmaları halinde sonuç alabileceklerini telkin ve tavsiyelerinde bulundu. Seyit Rıza ve birkaç Dersim ileri gelenleri Cibranlı Halit Bey’in önerilerini kabul etti, hatta yazılı bir kayıt olmamasına rağmen, bazı söylentilere göre, Seyit rıza Müfrezesiyle birlikte Halit Beyin yanında osmanlı ordusuna katılarak Erzurum’a kadar gitmiş ve burada ermenilere yapılan katliamları görmüş ve suçsuz insanların, kadınların çocukların öldürülmesine isyan ederek   Binbaşı Halit bey ve Nuri Paşa nezdinde bazı çıkışlar yapmış, ancak onlardan azar işitince Erzurumu terk ederek Dersime dönmüştür.
Ancak  Türk hükümetinin bütün çabalarına rağmen, Dersimliler “Cihad”a karşı çıktılar ve “kim saldırıya geçerse ona karşı oluruz” açıklaması yaptılar.
Ermeni Delegeleri de son kez iyi niyet girişimi yaptılar ve  Türk tarafına “sorunları müzakere etme” çağrısı yaptılar.  “Türk Komitesindeki” bazı isimler buna  Cemiyeti İslamiye adına olumsuz cevap verdiler.  Aynı Çağrıyı Dersim delegeleri yeniledi , bu sefer Türk Komitesi olumlu cevap verdi. Ancak “ uzlaşma andlaşma toplantısında hiçbir sonuç alınmadı”. Türk komitesinin muhalefetine rağmen, çoğunluk kararıyla, her iki taraf beş gün içinde ellerindeki silahları Belediye Başkanı Mehmet Emin Bektaşi’nin adamlarına teslim etmesi gerekiyordu. Toplantıda Muradof Paşa Türk delegelere yönelik “ Osmanlının Ermenilere yaptıklarını herşeye rağmen, size mal etmeden  unuttuk ve birarada yaşamak için çabaladık, barış elimizi uzattık. Ancak siz osmanlı ordusunun yaptıklarına sahip çıkıyor ve kışkırtıcılık yapıyorsunuz. Siz böylece kendi halkınıza ihanet ediyorsunuz. Siz sizi bize karşı kırşkırtanların köleliğini yapıyorsunuz. Teslim olmıyacağız ve savaşacağız. Yanımızda Sovyetler Birliğinin Amelesi, rençberi ve askeri var, Kürdistanın ve Anadolunun  amalesi Rençberi ve milyonlarca yoksulu var.” Dedi ve Dersim delegelerine dönerek “ Dersimliler, Ittihatçılar ve Cemiyeti İslamiye sizi bize karşı kışkırtıyor. Ben 17 yıl Dersim Dağlarında yaşadım ve savaştım. Dersimliyi iyi tanırım. Dersimin savaş imkanını da bilirim. Ermeniler, Kürtler ve Türkler , Dersimde olduğu gibi, buralarda da kardeş gibi birarada yaşamalıdırlar. Tenkilden kaçan Ermenileri siz korudunuz, barındırdınız. Birliğimizi güçlendirelim, Türk, Kürt, Ermeni Rençberleri Şuurasını  Osmanlı ordusuna karşı koruyalım, gerekirse savaşalım.” Şeklinde duygusal bir konuşma yaptı.
Tanınan beş günlük süre içinde, Ermeniler, ellerindeki silahları, Türkler teslim etmediği takdirde geri almak kaydıyla silahlarını teslim ettiler. Beş gün sonra, Türkler silahları teslim etmediği için ermeniler silahlarını geri aldılar. Dersimlilerde Dersime döneceklerini bildirdiler.  Dersim Delegeleri dönmeden önce Türk ve Ermeni komitesi ile görüştüler ve tavırlarını bildirdiler. “  Şuura hükümeti Erzindanda güvenlikte değildir. Hükümet Merkezini Dersime taşıyalım. Dersim Türkleri ve Ermenilerinin birbirine karşı düşmanlıkları yoktur, bunlar şuura hükümetinin ve Dersim güclerinin güvencesine sahiptirler. Bizim Erzincan ve Bayburtta olayları önliyecek ve osmanlı ordusunun işgalini önliyecek gücümüz yok, ancak Dersime karşı saldırıya kim geçerse, savunacağız. Dersim deki  Ermenileri de Türk ordusuna karşı koruyacağız. Osmanlı Ordusunun veya  Ermeni birliklerinin Dersim üzerinden Erzincana saldırmalarına da müsaade etmiyeceğiz. Murat Suyunun doğusunda Ermeni Türk çatışmasına  izin vermeyiz. Dersimde  Ermenilerde Türklerde barış içinde yaşıyabilirler.” Dediler.
Böylece, savaş nedeniyle kan deryasına dönen  dünyadan ve bölgeden Dersimi tecrit ederek barış ve huzur içinde yaşayacaklarını zanediyorlardı. Dersim delegeleri daha Dersime gelir gelmez başları  Osmanlı ordusu ile derde girdi.
İttihat ve Terraki Hükümeti, kızıl ordu çekilir çekilmez hemen bölgeyi işgal etme hazırlıklarına başladı.  Sovyet hükümetinin Kafkasyada kurulan Menşevik hükümetlerle bu  arada Menşevik Ermeni hükümeti ile savaştığı bir dönemde, barış antlaşmasını uyulmasını istemesi ve ermenileri koruması düşünülemezdi. Osmanlı ordusu kızıl orduya yardım adı altında da Menşeviktirler diye Ermenilere karşı savaş açabilirdi. Ancak   Irak ve Suriye de İngiiliz ve Fransızlara karşı  cepheye sürülen birlikleri geri çekmek mümkün değildi ve Bölgede yeteri miktarda osmanlı  askeri birliği de yoktu. Erzincana en yakın askeri birlikler,  Paluya 10 km. Uzaklıktaki  Sekerat köyünde üsslenen 9. kolordu idi. Bu birlikler ancak Dersim üzerinden Erzincana gidebilirlerdi. 9. Kolordunun bazı birlikleri Doğu Dersim üzerinden Erzincana yürümek istedi. Dersimlilerin ihtarlarına  kulak asmayan binbaşı Hasan Lütfü bey ve askeri birlikleri Kızılkilise yakınlarında kuşatıldılar ve çetin çatışmalar yaşandı. İstanbul hükümeti  binbaşı Cibranlı Halit Beyi küçük bir askeri birlikle takrar arabulucu olarak dersime gönderdi. Halit Beyi, rus ordusu içindeki ayaklanmadan  ve ekim devriminden etkilenen  Erzincandaki şuura çalışmalarına  delege olarak katılan ve Ermeni katliamına karşı çıkan ve 1917 de alay komutanı iken istifa ederek Dersime sığınan  albay Hasan Vefa Bey karşılar.  Hasan Vefa bey aynı zamanda, Merkezi Yeşilyazıya taşınan şuura hükümetinin de askeri komutanı idi. Erzincan hükümetindeki Dersim delegeleri, birkaç Ermeni delegesi ve veHasan Vefa Bey  Şuura hükümetinin merkezinin Yeşilyazıya naklederek sürdürülmesi kararı almışlardı ve  Cibranlı Halit bey Dersime gelirken, şuura üyeleri Dersim aşiret liderleri ile Yezilyazıda toplantı halinde idiler. Hasan Vefa Bey ve dersim ileri gelenleri,  Hasan Lütfi bey  komutasındaki 9.kolordu birliklerinin, tekrar Paluya geri dönmesi ve Dersim üzerinden Erzincana saldırılmaması koşulu ile kuşatmayı kaldıracaklarını bildirirler. Ancak   Dersimlilerin uyarılarını dikate almadan gelen Hasan Lütfi bey dönüş için Dersimlilerden çekinmekte ve kendisine birkaç rehber verilmesini ister. Dersimliler yanlarına Mehmet Emin ile Hatifzade Yusuf beyi verirler. Hasan Lütfi bey, Peri suyuna kadar refakat ederek, oradan ayrılmak isterken bu iki kişiyi tutuklar, paluda  “divanı harp”te şuura çalışmalarına katıldıkları,  askere mukavemet ettikleri ve vatana ihanet ettikleri suçlamaları ile idama mahkum edilirler ve aynı gün asılırlar. bu olayda fkelenen Bazı Dersimliler Binbaşı Cibranlı Halit Beyin tutuklanmasını isterler, ancak Erzurumdan yeni dönen Seyit Rıza ve  Hasan Vefa bey buna karşı çıkarlar.
Dersim üzerinden Erzincana giremiyen Osmanlı ordusu Çapakçur ve Sıvas üzerinden Erzincana girdi. Direnen Ermeniler kurşuna dizilir. Ermeni halkı  Erzincanda ikinci defa katliama uğrar. Kurtulanlar, çoluk çocuğu ile dağlarda  gece gündüz ürkek adımlarla  yürüyerek ya Dersime sığındı ya da  Ermenistana gitmek için ızdıraplı yolculuğa başladı. Kimisi yollarda  açlıktan, soğuktan öldü, kimisi katledildi,  kimisi Ermenistana ulaşarak acı hatıralarıyla yaşamını sürdürdü. Kurtulanlar  erivanda uzun süre Dersim isimli bir dergi çıkarak geçmişlerini canlı tutmaya çalıştılar.
Siyasi ufku Dersim sınırlarını aşamıyan Dersim ileri gelenleri ise kangölüne dönen dünyada bir barış adası yaratamadılar. Dersim önce, dinsel ve ulusal olarak dört taraftan kuşatıldı ve tecrit edildi. Kendilerini batı Dersim olarak tanıtan ve Yeşilyazıdaki şuura yönetimine bağlı hisseden koçkiri halkının 1921 katledilmesi karşışında ciddi bir varlık gösteremiyen Yeşilyazı şuura yönetiminin artak varlığının hikmeti harbiyesi kalmamıştı ve 1921 de fehsedildi. Artık Dersimin kendisini koruması, kötü kaderinden kurtulması zorlaşmıştı. Bir türküde söylendiği gibi artık “goça ma bena goça Ermenu”.
M.Kemal Nutuk ta  Dersim konusunu çarpıtarak yazıyor. Erzurum kongresinden dönerken Erzincanda,  on gün zorunlu olarak kalıyor, gerekçesi de dersimlilerin yolları tuttuğu ve yol güvenliğinin olmadığıdır.  Daha sonra Sıvas kongresi sırasında Dersimlilerin Elazığ valisi Ali Galip in yardımıyla Sıvasta kongreyi basacağı yönündeki iddiasıdır. Bu iki iddia da yalan ve çarpıtmadır.
M. kemal Samsundan Erzuruma kadar gittigi bütün illerde askeri ve idarı erkandan ve ayandan biat görmüştür ama Dersimlilerden görmemistir, çünkü dersimliler M. Kemali değil, Yeşilyazıya taşınan hükümetin otoritesini tanımakta ve M. Kemalinde bu hükümeti tanımasını istemektedirler. M. Kemalin,  Erzincan hükümetinin hükümranklık alanı olan Erzinzan ve dersimde  izinsiz ve silahlı güçleri ile dolaşmasını istememektedirler. Erzincana müdahale edemiyorlar ama M. Kemalin silahlarıyla Dersim sınırları içinde seyhatına izin vermiyeceklerini bildirmişlerdir. Yine arabulucular ile yapılan görüşmelerde, ancak iki silahlı askerle geçişlerine izin verilmiştir ve geçiş güvenliğini de dersimliler sağlamıştır. M. Kemal silahlarını salklıyarak geçmiştir.
Sivas’a vardıktan sonra da ilginç bir olay yaşanmıştır. 1911 yılında ABD ye çalışmaya giden 23 veya 24 kişi olduğu söylenen bir grup dersimli  İstanbul samsun yolundan Dersime dönmektedirler. M. Kemalin sivasa vaardığı günlerde dersimlilerde sıvas cıvarlarındadır.Dersimli gurup  güvenlik nedeniyle sıvaş şehir dışında konaklar ve şehire 4 kişi yiyecek için gönderir. Şehire yiyecek için giden guruptan birisin başında fötr şapkası vardır. Çarşıda dolanırken, M. Kemal 4 yabancının şehirde alış veriş yaptığını ögrenir ve yanina getirilmelerini emreder. M: Kemal kısa bir sohbetten sonra bunların dersimli olduğunu ve ABD 8 yıl çalıştıklarını ögrenir ve sorguya aldırır. Kendilerine Elazığdaki  Vali Ali Galip ile ilişkelirinin olup olmadığını,  ne amaçla geldiklerini soruşturur. Sonuçta bunların gerçekten amerikadan dönen  işçiler olduğunu ögrenince, serbest bırakır ama o ara para sıkıntısı çeken M. Kemal bunların 8 yılda biriktirdiği bütün paralarında el koyar ve sıvas kongresini de bu para ile yapar. Konrgre bittikten sonrada Amerikan kız lisesindeki paralara el koyarak ankaraya gider. Nutuk adlı eserinde M. Kemalin, Dersimliler Alip Galipin yardımı ile sıvası basacakları hikayesinin gerkçek öyküsü budur ve gercegi yansitmaz.

DAVUT KURUN
Devam et...

9 Temmuz 2017 Pazar

YENİ KAPİTALİZMİN KÜLTÜRÜ; KAPİTALİZME EN BÜYÜKMEYDAN OKUYUŞ; ZANAATÇILIK

0 yorum
Kitap içersinde, son sayfasından aldığımyazı, kapitalizme karşı her türden meslekiunsurun tükenme noktasına geldiğine değiniyor yazar.Aynı zamanda "zanaatın nasıl işlediğini, " yeni kapitalist kültürüne " karşı herşeyin en iyisini yapmak isteyen usta veya zanaatçının meydan okuyacağından bahsediyor. 

Kıymetli bulduğumuz ve herkesin okumasında, kendine çevreye politik bakış açısına çok şeye katabilecek bir makale niteliğinde alıntı olduğunu düşünüyoruM. 


KAPİTALİZME EN BÜYÜKMEYDAN OKUYUŞ; ZANAATÇILIK

Yeni kapitalizmin kültürüne karşı koyabilcek üçüncü değer, zaanatçılıktır.Yeni kapitalizmin kültürüne en radikal meydan okumayı temsil eder fakat politikada tahayyül edilmesi en güç olandır.

Zanaatçılık,Kabaca yorumlandığında,bir şeyi o şeyin kendisi için iyi yapma arzusudur.Bütün insanlar birşeyi iyi yqapmanın verdiği tatmini yaşamak ve yaptığı şeye inanmak ister. Ama yeni düzen iş. eğitim,siyaset alanlarında bu arzuyu,tatmin etmez edemez. Yeni iş dünyası, bir şeyi o şeyin kendisi için iyi yapma arzusunun bir insanın yaşantısında yıllar yada on yıllar içinde kök salmasıan izin vermeyecek kadar hareketlidir. İnsanları hareketli işler için eğiten eğitim sistemi derine inme yerine kolaylığı tercih eder.Siyasi reformcu,yeni kültürü özel kurumlarda taklit ederek,yaptığı şeyle övünen ve onu sahiplenen bir zaantçıdan çok,sürekli yeni şeyler arayışında olan bir tüketici gibi davranır.

Zanatçılık,yeni iş ve eğitim kurumlarının ve de siyasi kurumların gerektirdiği idealleştirilmiş benliğe meydan okur.Bu,değişim konusunda usta bir benliktir,bir süreç ustasıdır.Abraham Moslow gibi psikologlar başlangıçtan bu benlik idealine hevesli,deneyime açık,büyüme kapasitesine sahip bir potansiyel güçler benliği olarak tanıtıp övmüşlerdir.Bir idealleştirilmiş benliğin aslında gerçek ve apaçık güçleri vardır ve zaanatçının alanı daha küçük ve daha korunaklıdır. Bir şeyi doğru yapma endişesi benliğin takıntılı unsurlarını harekete geçirir; birşeyi iyi yapmak, o zaman, bencilce bir sahipleniciliğe yol açabilir.Rekabet, Zanaatçılığın yabancı olduğu bir şey değildir ve iyi zanaatçı, ister bilgisayar programcısı olsun, ister müzisyen,ister marangoz olsun. yetersiz oalanlara ya da sadece o kadar iyi olmayanlara karşı bile son derece hoş görüsüz olabilir.

Tüm bu sebeplerden dolayı zanaatçılık, yeni kültürü idealleştirilen işçisinsinde, öğrencisinde ya da yurttaşında eksik olan bir değere sahiptir: bağlılık. Bu, takıntılı ve rekabetçi zanaatçının bir şeyi iyi yapmaya kendini adayabilmesinden çok, yaptığı şeyin nesnel değerine inandığı anlamına gelir.Bir insan. ancak ve ancak,kendi arzularaı dışında, hatta başkalarının vereceği ödüller alanı dışında duran bir objektif standarda inanıyorsa bir şeyin ne kadar iyi yapıldığını tarif etmek için " doğru ve düzgün" sözcüklerini kullanabilir. Nir şeyi, size hiçbirşey kazandırmasa da doğru yapmak,hakiki zanaatçılığın özüdür. Ve ancak menfaat gözetmeyen böyle bir bağlılık insanları duygusal olarak kuvetlendirebilir-en azından ben böyle düşünüyoru; aksi halde insanlar hayatta kalam mücadelesinde yenik düşerler. Yeni kapitalizmde bağlılığın,kurumsal sadakat açısından bakıldığında, niçin giderek daha az bulunur hale geldiğini zaten görmüştük. Bunun aksi akıl dışı olurdu-sana hiçbir söz vermeyen bir kuruma nasıl bağlanabilirisin? Bağlılık,yeni kültürün yetnek reçetesin de sakıncalı bir malzeme. Kendini adamak, zihinsel hareketliliğe ters düşer; yetenek,sorunu bulma değil sorunu çözme egzersizi olan SAT'de olduğu gibi, işlem tekniğine odaklanmıştır. Bu,kişinin gerçeklilikle ilgisinin kendi kontrolü dışında kesildiği anlamına gelir.

Bağlılık süeç-olara-benlik konusunda daha derin bir soru atar ortaya. Bağlılık kapanmayı, yani tek bir şey üzerinden yoğunlaşma uğruna olasılıklardan vazgeçmeyi gerektirir. Bir fırsatı kaçırabilirisiniz. Oys, ortaya çıkmakta olan kültür bireyler fırsatları kaçırmamaları yönünde muazzam bir baskı uyguluyor. Kültür, kapanma yerine feragati-özgür olmak için bağları, özelikle zaman içinde geliştirilmiş bağları koparmayı-nasihat ediyor.

Bu yüzden, bu sayfalarda incelemeye çalıştığım şey bir paradokstur: Giderek daha da yüzeyselleşen bir kültür vasıtasıyla kazanılmış iktidarın oluşturduğu yeni bir düzen. İnsanlar yaşama ancak ve ancak bir şeyi o şeyin kendisi için iyi yapmaya çalışarak demir atabildiğine göre,iş yerindeki okullardaki ve siyasetteki yüzeyselliğin zaferi bana kırılgan görünüyor. Bize bir sonraki temiz sayfayı açacak olan belki de aslında bu zayıflatılmış kültüre isyan etmek.

Bu yazı , "YENİ KAPİTALİZMİN KÜLTÜRÜ" adlı kitaptan alınmıştır. Yazı Richard Sennett' e aitir. Kitap Ayrıntı yayınlarında çevirisi ve basımı yapılmıştır.
Devam et...

8 Temmuz 2017 Cumartesi

ABDÜLCEMAL NASIR; DOĞU DEVRİMCİLERİ .

0 yorum
1 Ekimde Kahirede düzenlenen cenaze törenine 5 milyon kişi katıldı.Kalabalığın uzunluğu 10 kilometreyi buluyordu. Suudi Arabistan Kralı Faysal hariç tüm Arap liderler cenazeye katıldı. Arafat ve Kral Hüseyin açıkça ağlarken, Libya lideri Muammer Kaddafi üzüntüden iki kez bayıldı. Lübnanda çıkan Le Jour gazetesi Nasır'ın ölümünü "100 milyon Arap yetim kaldı" manşetiyle duyurdu.
Nasır; batılı siyasi karşıtlarına göre gadardı,ülkesine insanına acımıyordu.Zaten kapitalizmin kendisi vahşetten kandan beslenir, ama soru soran olmazdı. Vietnam'da ağar kimyasallar kullanırdı,fakat insnalık ve özgürlük hamiliği bitmezdi.
Nasır,ülkesi başta ezilen ülkelere ilham kaynağı olmuş 20 yy.olmasına rağmen hala birçok ülke batı sömürgesi tahayyülündeydi.Sömürgecilerin el koydukları yerler, batıdaki euro merkezli meritokratik tahayüle kalıyordu, böylece hiç bitmez işgalin altında dinmeyen bir sömürü baş gösteriyordu.
İşte böyle bir zamanda yeşeri verdi Nasır.Halkını İngiliz zulmünden kurtarmak için hür subaylarla genç ve emperyalizme düşman, dinamik bir halk darbesi gerçekleştirdi.Evet halk darbesi eşitsiz kuralsız ortamda silahı olmayan halkı için darbe yaptı.
Buda sanılanın aksine her darbe kötüdür fikrini,birçok dünya ülkesinde değişmesine neden oldu. Nasır'ın gerçekleştirdiği Devrim,20 yy'da hala batının çeşitli ülkelerince işgal altında olan Afrika'lı ülke halklarını heycanlandırıp cesaretlendirdi.
Nasır ve getirdiği genç devrim, sanayileşmeyi hızlandırma ve köylüleri topraklandırma gibi başarıların yanı sıra kadınların haklarını genişletme ve eğitimi yaygınlaştırma gibi önemli adımlar attı. kadınlar'a ,ezilen yoksula ve emperyalizmin baskısı altında yaşayan Ortadoğulu ülkelerede bir parça yürek verdi. Yemen'de halk devrimci bir tavır alarak camilerden örgütlenerek emperyalizme karşı savaşa geçti ve "Yemen Halk Cumhuriyeti"ni kurdu.
Nasır'ın devrimi sadece Ortadoğu'yu değil,Kuzey Afrika'yı ve birçok İslam ülkesini tesiri içine almıştı. Ve Nasır birleşik bir Birleşik Arap Devleti kurarak kıtasındaki halkları özgürleştirmeyi düşünmüştü.
Evet Nasır yok,Tarih bir kahramanını daha emelsizce alıp götürdü. Ve şimdi Irakta milyonları katleden ABD ve Batı emperyalizmi,dizginsiz,korkusuz; Korkuları Ortadoğu'da yeniden dolaşan Nasır'ın hayaleti.
Yaşasın doğu devrimcileri, yaşasın Nasır ve milyonlarca ezielnler.
Devam et...

Mustafa Suphilerin katilidir Yahya kaptan

0 yorum
"Bozkurt Kemal" bugün ADALET arar iken arkasında ki kiteleye sormadan birşey yaptı,1921'de "Mustafa Suphilerin" katledilmesine yardım eden "İtihatçı çete reisi Yahya Kaptan"ın mezarını ziyaret etti. Şimdi arkasından yürüyen kalabalığa sesleniyorum.Yahya Kaptan "Mustafa Suphilerin" katledilmesine yardım etmiştir,Burada Mustafa Suphileri haksız yere katleden kişinin mezarına gidip, el açan "BOZKURT KEMAL" neyin adaletini arıyor. KELLİ ADALET derken bundan dile geldik. Arkadaki kalabalık "SÜRÜ" psikoljisinin bir parçasıdır. Bu çakma yürüyüş, ne kemalizmi nede sermayeyi kurtaracak. Olmayan demokrasinin nöbetini tutanlar ile bu yürüyüşe katılan güruhların arasında bir fark yok.
CAANIM MARİA ,TKP'li MERYEM
Mari ölmeye hasret,binkere öldü öldü dirildi.Maria eşi ve yoldaşlarının katillerince,tecavüze uğradı. Her defasında daha bir acımasızca.Yahya kaptan ve diğer çetecilerin tecavüzüne maruz kaldı.
Kadınlığı RAHMİ PARAMPARÇA eteğinin her tarafı kan içinde,Maria Karadeniz e döndü ve dedi ki ALACAĞIN OLSUN,KARADENİZ KAPKARA KALASIN.Ölüm değildi kötü olan,yaşananlardı.

işte bir kadının ruhu, parçalanmış göğüsü eti, kemiği yağmalanmış kanı eteği .

Editör
Devam et...

10 Haziran 2017 Cumartesi

MARX VE SPİNOZA’DA BEDEN SORUNSALI

0 yorum
Toplumsal yaşamın analizinde “beden” konusu pek çok düşünürün ilgisini çekmiştir. Marx’ta çalışan beden, Freud’da arzulayan beden, Nietzsche’de ise güç olarak beden, analiz nesnesi olarak ele alınmıştır.[1] En temelde bedeni; arzulayan ve kısıtlanan özne şeklinde ayrıma tabi tutabiliriz. Bedenin, arzu nesnesi olma özelliği Freud’dan çok önceleri en çarpıcı biçimde Spinoza felsefesinde kendini gösterir. Spinoza’da beden; arzu edilen, hoşlanılan durumlara ulaşmak için, yani bedene uygun karşılaşmalar bulmak için çaba gösterir, hoşlanılmayan durumlardan ise kaçınır. Varlığını korumaya ve geliştirmeye dayalı bedene atfedilen bu özellik, Spinoza tarafından etkili ve ayrıntılı bir biçimde ele alınmıştır.

Spinoza’da beden; dış şeyleri temsil eden, dolayısıyla nesnel gerçekliğe sahip fikirlerden oluşur. Bir taraftan da fikirlerin belirlediği duygular vardır. Duyguları belirleyecek olan fikirler de bedensel karşılaşmalar yoluyla elde edilir. Bir bedeni anlamak demek onun başka bedenlerle içine gireceği temasları ve karşılaşmaları kavramak demektir.[2] Spinoza’da bedenin arzu edilen noktaya ulaşması, bilgi gelişiminin yanı sıra özgürlüğü kısıtlayıcı ortamların genişletilmesi ile mümkündür. Erken kapitalizmin arkaik döneminin filozofu olan Spinoza’da, insanı arzulardan alıkoyan unsurlar dinsel ve politik baskılar olarak biçimlenir. Dolayısıyla, demokrasinin gelişmesi ve dinsel baskılardan bilgi ve yetkinleşme yoluyla uzaklaşma başat öğeler olarak önerilen çözümlerdir.



Kısıtlanan insanın (işçinin) bedenini emek-sermaye ilişkisi içinde ayrıntılı bir tarzda ortaya koymak için ise Marx’ın düşünce sistematiğine bakmakta yarar vardır. Doktora tezini ilk çağ filozoflarından olan ve hazzı temel ilke olarak ele alan Epiküros ve Demokritos üzerine yazmış olan Marx’ın eserlerinde öznenin (gerçek bireyler) yeri ve tarih yapmadaki işlevine dair önemli vurgular mevcuttur. Tarihi, sınıf mücadelesi tarihi olarak tanımlayan ve kapitalizmde işçi ile sermayedar arasında farklı çıkarlar gereği mücadele olduğu ve bu mücadelenin sınıfsız topluma geçişle sonuçlanacağı öngörüsünde bulunan Marx, bu süreçte mülksüzleştirilen ve yabancılaştırılan işçilerin (bedenin) gelişme dinamikleri üzerinden toplumu analiz etmiştir. Marx, bedeni baskı altına alan ve insanın özgür gelişimini kısıtlayan unsurların kapitalist sistemin doğasından kaynaklandığını iddia eder. Bir yandan emek gücünün değişken sermaye olarak zorunlu çalışmaya tabi tutulmasına yol açan etmenlerin oluşumunu açığa çıkarmaya çalışırken, öte yanan bu baskıcı ortamdan kurtulmak için verili koşullar içindeki bireylerin eylemlerine ve deneyimlerine değinir. Sınıf mücadelesinin işçi sınıfı lehine sonuçlanmasıyla da tüm sınıfların tarih sahnesinden çekilerek insanın özgür gelişimine yol açacak bir toplum biçimine geçileceği tespitini yapar. Marx, yapıtlarında bedeni tutsaklıktan kurtaracak bu toplumun niteliklerini ayrıntılı olarak vermemekle birlikte konuya ilişkin ipuçları pek çok eserinde dağınık bir şekilde bulunmaktadır.

Marksizmde işçi; emek gücünü ve özgürlüğünü kapitaliste emek sürecinde kullanması için satar, karşılığında parasal bir ücret alır ki, kapitalist tarafından üretilen metaları satın alarak yaşamını sürdürsün ve işe gidebilsin. Burada Marx’ın; insan, beden, irade olarak işçi ile işçinin bedeninden meta olarak çıkarılan emek gücü arasında yaptığı ayrım, radikal bir eleştiriye kapı açar. İşçiler kaçınılmaz olarak yabancılaşmışlardır, çünkü yaratıcı kapasitelerine kapitalistler metalaşmış emek gücü olarak el koymuşlardır. Kapitalizmin üretken tarihinin bir kısmı insan bedeninin emek taşıyıcısı olarak kullanılmasının yeni yolları ve potansiyellerini keşfetmekle geçmiştir.[3] Kapitalizmde, emek gücünü satmaksızın geçimini sağlayamayacak işçinin bedeni, sermaye birikimini sürdürmenin bir aracı haline gelmiştir. Bedenin işe koşulması, çalışmanın sürekliliği, kapitalist gelişmenin ilk dönemlerinde kısıtlamalar ve denetim mekanizmalarını içeren zor yolu ile sağlanmıştır.

Beden’in artı değer mekanizması aracı haline gelmesi kapitalist sistemin gelişimi ile gündeme gelmiştir. Beden; kendini yeniden üretmek için zorunlu işe koşulurken, işçinin el konulmuş emeği sayesinde sermaye birikimi de gelişir. Her bakımdan özgürlüğü, yani hareket alanı yadsınan hemen her davranışı önceden belirlenen ve belirli mekân ve zaman ile sınırlanmış olan bedenin çalışma ritminin işlevi sadece üretimi artırmak ile sınırlı olmayıp, üretilen ürünlerin tüketilerek de işleyişin sürmesini sağlamaya yarar. Marx’ın analizinde sömürüye maruz kalan insan geçimini (ya da bedenin işlerliğini) sağlamak için çalışmaya devam etmek zorundadır. Böylece beden; kendini, üretim araçlarını ve hatta sermayeyi yeniden üreterek emek gücünün değersizleşmesine neden olur.

Spinoza’da ise beden, sonsuz sayıda küçük parçalardan oluşur ve dışsal olarak belirlenmiştir. Yani dışarıdan gelen darbelerle, şoklarla değişime uğrarlar. Dışarıdan gelen parçaların bedene uygun olması bütünleştirici etkide bulunur. Dışarıdan gelen parçaların uygun olmaması ise bedeni yeni bir bağıntıya sokar, yani o parçanın bağıntısına sokar. Bu bağlamda ölmek; bedene ait olan parçaların o bedeni karakterize etmeyen, başka bir şeyi karakterize eden başka bir bağıntı altına girmesi anlamına gelir.

Spinoza felsefesindeki arsenikle birleşen bedenin, arseniğin dayattığı ve onunla tamamen bileşen yeni bir bağlantıya girmesi gibi[4] sermaye de beden üzerinde egemenlik kurarak onu yeni bir bağıntıya zorlar. Bedene giren arsenik mutludur, beden ise üzüntü yaşar. Emek-sermaye ilişkisinde de bedene hükmeden sermaye, ancak emek sayesinde büyüyebileceği için mutludur, emek ise çöküntü içindedir. Varlığını devam ettirerek sürecin devamını sağlaması için yeniden üretim faaliyeti sonucu elde edilen ürünlerin tüketimi ve kendini biyolojik olarak yeniden üreterek ayakta kalır. Bağıntıları bedene uymayan, yani bağıntıları bedenin bağıntılarından birini veya tümünü bozmaya yönelen her şey, insanı üzüntüye boğacaktır. Bağıntıları bozan sermayenin sevinci kudret artışına, emeğin üzüntüsü ise kudret azalışına tekabül eder. Yani, sermayenin beden üzerindeki kudreti arttıkça sermayenin sevinci, sömürüye maruz kaldığı için kudreti azalan bedenin ise üzüntüsü büyür.

Peki Marksist analizde sömürüye ve yabancılaşmaya maruz kalan, Spinoza’da ise bağıntıyı bozan durumlar nedeniyle üzüntüye gömülen ve kudreti azalan bedenin kurtuluşu mümkün mü, ya da nasıl mümkündür?

Marksizmde bedenin yabancılaşmadan ve zorunlu çalışmadan kurtuluşu sınıf mücadelesi sonucunda işçi sınıfının iktidarı almasıyla devletin sönümlenmesi ve sınıfsız topluma geçilmesi ile gerçekleşir. Özel mülkiyetin ve sömürünün ortadan kalktığı bu yeni düzende üretim, çalışma isteğinde ve gücünde olan insanlar tarafından gerçekleşecek, herkes ihtiyacı kadar üretilen değerlerden pay alacaktır. Böylece Marx’ın bazen balık avlayan, bazen üretim sürecine katılan, bazen de aylaklık yapan özgür bedenleri muştulayan sosyalist ütopyasına varılır.

Spinoza’da ise bedeni koruma ya da kurtuluşa götürme fikri, tekil bireyler açısından geliştirilir. Siyaset, devletin hem maddesini hem de kurumlarının biçimini koruma eğilimindedir. Ancak, devletin maddesi bireylerin hareketleri arasındaki istikrarlı bir ilişkiler sisteminden başka bir şey olmadığına göre bu iki formül devletin kendi bireyselliğinin korunması gerçekliğine tekabül eder. Dolayısıyla Spinoza felsefesinde devletin kendisi bir birey gibi ya da daha net bir şekilde bir bedeni ve ruhu ya da zihni olan bir bireyler bireyi gibi düşünülmelidir.[5] Arzulayan, hazza ulaşıp, üzüntü verici düzensiz karşılaşmalardan kaçınan ve kendini koruyan bedenin kudretini artırması insanı ve onunla özdeşleşen devleti kurtuluşa götüren etmenler olmaktadır. Diğer bir deyimle; bedeni özgürlüğe kavuşturmak, eyleme gücünü artıracak olan sevinç ile mümkün hale gelmektedir. Özgürlük sadece düşünce özgürlüğü olarak görülmez, bedenin kendini koruması ve yetkinleştirmesi ve kendini yeniden üretme gücü olarak görülür.

Spinoza; varlığımızın korunması için faydalı veya zararlı olan, yani etki gücümüzü artıran ya da eksilten şeye iyi veya kötü der. Böylece iyi ve kötü bilgisi, ya sevinç ya keder fikrinden başka bir şey değildir ki o da zorunlu olarak ya sevinç ya da keder duygulanışından çıkar, fakat bu fikir ruhun bedenle bir olduğu tarzda birdir.[6] İyi ve kötü hakkındaki doğru bilgiden, onun bir duygulanış olması bakımından insanın özü olan arzu doğar. Arzu, insanın kendi varlığını devam ettirmek için yaptığı çabadır. Bu da bizi Spinoza’nın temel kavramlarından biri olan Conatus’a götürür. Conatus: bir şeyin kendi varlığını korumak ve sürdürmek adına giriştiği çaba; bu amaca ulaşmak için var gücüyle harcanan doğal eğilimdir. Bu çaba; her canlının doğasında vardır, ancak bu çabanın bilincinde olan insanda kendini koruma itkisine, kendi varlığını sürdürmek için didinmeye bürünür. Aklın emirlerini doğaya uygun olarak yerine getiren kişi; kendini sevecek, kendine gerçekten faydalı olan şeyi arayacak ve kendini daha büyük yetkinliğe götürecek her şeye karşı iştahı onu kendi varlığını korumaya çabalayacaktır. Bu çaba, erdemin ilkesi ve mutluluğun kaynağıdır. Aklın güdümünde olan insanlar başkaları için de istemedikleri hiçbir şeye karşı kendileri için arzulu olamaz. Ruhları ve bedenleri ile sanki tek bir ruh ve beden olacakmış gibi uyuşmalarına ve hepsinin birden varlıklarını korumaya çalışmalarından hepsinde ortak olan faydayı hepsinin birden aramalarından daha iyi bir şey yoktur.

Marksist kuramda işçi sınıfının sömürüden, zorunlu çalışmadan, yaşamlarının boyunduruk altına alınmasından kurtuluş için ortak iyiye yönelik komünal toplum öngörüsü, Spinoza felsefesinde insanları ortak bir topluma (ahenkli topluma) götürecek şey faydalı ve sevinçli yaşamdır. Yani onların akıl düsturuna göre yaşamalarını sağlayan şeydir. Bu da bedenin etki gücünü artıran bir duygulanıştır ve doğrudan doğruya iyidir.

Bir birey etkin olduğunda o kişinin bedeninin diğer bedenlerle karşılaşmaları uyumlu bir düzen içinde şekillenir ve ruhundaki kavramlar da ortak kavramlara (hem bütün insanlar için ortak hem de insanlar ve doğa için bütün olarak ortak) uygun olarak sıralanırlar.[7] Kendisi ve başkaları için iyiyi ve etkin yaşamı hedefleyen bireyin bu kolektif tavrı ve arzusu Spinoza’yı Marx’ın komünal toplum anlayışına yaklaştırır.

Spinoza felsefesinde üretici güç, kendini üretim ilişkilerinden özgürleştirerek ve dolaysızca kurucu olarak göstererek dünyanın arzuya göre açımlanma, çözümlenme ve dönüşme olanağını gösterir.[8]

Spinoza etiğinin üretkenliği insan eylemini yeniden biçimlendirmeye olanak sağlar. Varlığın maddi, devrimci ve etik olarak kurucu olduğunu iddia eder. Spinozacı varlık kendisini, nesnelliği yadsımak yerine onunla bütünleşen, dönüşüm zorunluluğuna etik bir özgürlük alanı sunan bir devrim fikri olarak açığa çıkarır. Spinoza, bize varlığın her daim yeni topraklarını, zeka, etik ve istençle yaratılan toprakların yaban keşfini deneyimleme olanağına sahip olduğunu öğretir. Spinoza’nın çağımızdaki anlamı, yenilenmenin verdiği haz, arzunun yayılması ve altüst etme olarak yaşamdır.[9]

Spinoza’ya göre; insan için en yararlı olan onun doğasıyla en çok uyuşandır ve erdemi gözeten her insan kendisi için istediği iyiyi, diğer insanlar için de arzular.[10] Dolayısıyla Marksist teoride; kapitalizmin yıkılmasıyla insanın yabancılaşmadan ve özel mülkiyetten kurtularak kendini gerçekleştireceği öngörüsü, Spinoza’da sistem ötesi bir “upuygun durumlara” ulaşma hedefi, yani kudretini ortak iyi için geliştirme çabası şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Bu durum; kapitalist sistem eleştirisinde, geleceğin filozofu olarak nitelenen Spinoza’yı Marx’ın yapıtları ile birlikte ve farklı bir bakışla okumayı gündeme getirmektedir. Özgür bireylerin sevinçli dünyasına yönelişte böyle bir kılavuz çizgisi önemli açılımlar sunabilir.

.........................................................................................................................................................................

Ufuk Akkuş

[1] Terry Eagleton, “Marksist Yüce”, Estetiğin İdeolojisi içinde, çev. Engin Kılıç, Özne Yayınları, 1998, s. 209.

[2] Ulus Baker, Yüzeybilim Fragmanlar, der. Ege Berensel, Birikim Yayınları, 2009, s. 37.

[3] David Harvey, Umut Mekânları, çev. Zeynep Gambetti, Metis Yayınları, 2006, s. 131-133.

[4] Gilles Deleuze, Spinoza Üzerine Onbir Ders, çev. Ulus Baker, Kabalcı Yayınevi, 2008, s. 37.

[5] Etienne Balibar, Spinoza ve Siyaset, çev. Sanem Soyarslan, Otonom Yayıncılık, 2. Basım, 2010, s. 84.

[6] Benedictus (Baruch) Spinoza, Etika, çev. Hilmi Ziya Ülken, Dost Yayınları, 3. Basım, s. 206.

[7] Balibar, a.g.e., s. 118.

[8] Antonio Negri, Yaban Kuraldışılık, çev. Eylem Canaslan, Otonom Yayıncılık, 2005, s. 362.

[9] Antonio Negri, Aykırı Spinoza, çev. Nurfer Çelebioğlu ve Eylem Canaslan, Otonom Yayıncılık, 2011, s. 132.

[10] Negri, Aykırı Spinoza, s. 60-61.

Kaynak : Otonom Dergisi " Bu yazı Otonom dergisi sitesinde yayınlanmıştır. )"
Devam et...
 

Bu Blogda Ara

Sol Politik - Copyright © 2012 - All Rights Reserved | Sol Düşün |Blogger TemplatesKontak Blogger