24 Mart 2019 Pazar

Cumartesi Anneleri: Vazgeçmiyoruz

0 yorum


Galatasaray Meydanı’nda toplanmalarına izin verilmeyen Cumartesi Anneleri, İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) önünde 730’uncu kez bir araya geldi.

Bu haftaki eylemde 21 Mart 1995 yılında gözaltına alındıktan sonra cenazesi Kimsesizler Mezarlığı’nda bulunan Hasan Ocak’ın akıbeti sorularak adalet talebinde bulunuldu. Basın metnini, gözaltında kaybedilen Fehmi Tosun’un kızı Besna Tosun okudu ve “Dönemin İçişleri Bakanı Nahit Menteşe, Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar, İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu ve İstanbul Emniyet Müdürü Necdet Menzir’in imzasını taşıyan resmi yazıda ‘Hasan Ocak’ın gözaltında olmadığı, hiç gözaltına alınmadığı, suçlu olarak aranmadığı’ yönünde bilgi verdi” dedi.

Tosun, “Dönemin İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanı Algan Hacaloğlu yaptığı araştırmalara dayanarak ‘Ocak’ı konuşturmak için gözaltına aldılar ve orada uyguladıkları işkence ve darptan sonra öldürülmüş halde Beykoz’a attılar’ dedi. Ayrıca Hacaloğlu, Devletin Hasan Ocak’ın ölümünde sorumluluğu olduğunu, Devletin bazı unsurlarının Ocak’ın nasıl öldürüldüğünü ve kimin öldürdüğünü bildiğini söyledi” ifadelerini kullandı.

Galatasaray’ı geri istiyoruz

24 yıldır adalet talebinde bulunduğunu belirten Hasan Ocak’ın annesi Emine Ocak, “Burada kaybedilenlerin hepsi benim çocuklarımdır. Kayıplarımızı ve Galatasaray Meydanı’nı istiyoruz. Kayıp kızlarımı ve oğullarımı aramaktan vazgeçmeyeceğim” dedi. Eyleme HDP İstanbul Milletvekili Oya Ersoy, CHP İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu, kayıp yakınları ve çok sayıda yurttaş katıldı.

Birgün Gazetesi
Devam et...

23 Mart 2019 Cumartesi

Cumartesi Anneleri 730 hafta'da

0 yorum




730.buluşmamızda Emine Ocak’ın “ Hiçbir güç evladı için adalet isteyen bir anneyi susturamaz; oğlum için, tüm kayıplarımız için susmayacağım!” ısrarına eşlik edeceğiz.
Sizi de sesimize ses katmaya çağırıyoruz.

Devam et...

Sadece Kıbrıs Sorunundan Bahsetmeyen Solcular Neci Olur?

0 yorum

Gündelik hayattaki her sorunu Kıbrıs sorununa bağlayarak çözüm önermek, bölünmüşlükten şikayet eden geniş bir kısmının rutin faaliyetidir.

Bu geniş kesim ekonomik sıkıntıları, eğitimde ve sağlıkta yaşanan sorunları, işsizliği, yükselen faşizmi ve gericiliği sadece kktc’ye bağlayarak tartışır. Şüphesiz saydığımız bu sorunların adına kktc denilen yapıyla doğrudan bir ilişkisi vardır.

Fakat bu doğrudan ilişkiye rağmen halklarının beraber, kardeşçe ve mutlu yaşadığı bir adayı, sadece bölünmüşlüğü sonlanmış ve tümüyle uluslararası hukuka dahil olmuş bir Kıbrıs’a  bağlamak en hafif tabiriyle iyi niyetli bir yanlış olur.

Faşizmin ve gericiliğin yükselme dinamiklerini sadece bölünmüşlükte, kuralsızlığın ve ekonomik yıkımının nedenlerini sadece kktc’de aramak siyasal bir körlüktür.

Bunu farketmek için 1974 öncesinde karşılıklı milliyetçilikler üstünden adamızda yaşanmış acı olaylara ya da kktc’nin aksine uluslararası hukuka dahil olan ülkelerde  hukuka rağmen sıkça rastlanan halk aleyhine icraatlara bakmak yeterlidir.

Sorunlarımız, sadece bölünmüşlüğün eseri değildir.

Ancak tartışmak istediğim konu tam olarak bu değil.

Dile getirmek istediğim esas konu, yaşadığımız tüm sorunlara çözüm olarak Kıbrıs sorununun çözümünü öneren kişilere eleştirel yaklaşanların “kktc’yi savunmakla”  yani “kktcci” olmakla suçlanmasıdır.

Bu mantıkta olanlara göre, her sorunla ilgili çözümü önerisini Kıbrıs sorununa bağlamamak kktc’yi savunmakla eş anlamlıdır.

Üstelik bunu iddia ederken de, kişilerin nerede çalıştıklarını siyasal tercihlerin belirleyicisi olarak ortaya koyuyorlar.

Her şeyden önce şunu vurgulamak gerekir ki, Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayan herkes ama herkes kktc’nin kurumlarıyla bir ilişki içerisindedir.

Onu ilelebet yaşatmak için canını dişine katanından, son bulması için her gün uğraşanına kadar herkes beğensede beğenmese de kktc kurumlarıyla bir temas kurmaktadır.

Kimisi kamu kurumlarında çalışarak kimisi de o kurumlardan hizmet alarak.

Özel sektör çalışanının çalıştığı şirket de kktc’de kayıtlıdır, adada basılmamış olmasına rağmen maaş olarak aldığı para da.

Bütün gün kktc’yi eleştiren gazeteler, sendikalar ve partiler de devlete kayıtlıdır.

İster Türk koçanlı isterse de ganimet olsun, oturduğumuz evlerin koçanını kktc’nin dairesinden alıyoruz.

Eğitim alması için çocuğumuzu gönderdiğimiz okullar da, hasta olduğumuzda gittiğimiz hastaneler de kktc’ye bağlı.

Okulun ve hastanenin özeline de gitsek, özel olanların da kktc yasalarına tabi olduğunu unutmayalım.

Güneye geçerken kimlik gösterip işlem yaptırdığımız Sivil Hizmet Görevlisi de, kimi zaman bizi dövmek için karşımıza çıkan fakat trafik kazası yaptığımızda aradığımız polis de kktc polisi.

Örnekleri siz de çoğaltabilirsiniz.

Kısacası, uluslararası hukukta yeri olmamasına, esas olarak Ankara tarafından idare edilen bir alt yönetim olmasına ve Kıbrıslı Türk halkının büyük çoğunluğu onun yerine birleşik bir Kıbrıs’ta yaşamayı istemesine rağmen şu anda kktc’nin kurum ve yasalarına göre yaşıyoruz.

Bu durum bizim elimizde değil.

Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayanların koşulları böyle.

Çünkü hepimiz kktc’ye mahkum edilmiş durumdayız.

Bunlardan bahsetmekteki amacım mevcut bölünmüşlüğü ve kktc’yi olumlamak değil, bir olgu olarak var olan durumun adını koymaktır.

Dolayısıyla, halkın yaşadığı sorunlara çözüm olarak alışılmışın dışında farklı yöntemler öneren öznelerin, özellikle de nerede çalıştıklarına bakarak  kktc’yi savunmakla  eleştirilmesi gülünçtür.

Çünkü yukarıda türlü örnekle gösterilen biçimlerde olduğu gibi, kimin kktc ile ne kadar ilişki içerisinde olduğu üzerinden bir yarışa girmek elimizde olmayan koşullardan ötürü birbirimizi suçlamak anlamına gelir ve bu, hiç bir politik karşılığı olmayan bir yarıştır.

Kimlerin kktc’yi savunduğu, kimlerin birleşik bir Kıbrıs istediği siyasal pratikle belli olur.

Tüm konularda da kriter budur zaten.

Gerisi laftır.

Çünkü bu ada yarısı, ben “kktc’yi tanımam” deyip onun üstünden zengin olan patronlarla ve kamu da çalıştığı halde ömrünü barış için harcayan insanlarla doludur.

Ezbere konuşmayıp biraz etrafımıza bakarsak bu örnekleri görebiliriz.

Böylece Kıbrıs sorununu bekleyerek değil, gündelik sorunlarla  ilgilenerek yükselecek bir mücadeleyle çözebileceğimiz de anlamış oluruz.

ankaradegillefkosa.org  - Ali Şahin -Bağımsızlık Yolu Örgütlenme Sekreteri



Devam et...

Toprağımız Bir Olsun Sarkis

0 yorum




Madrid’te Goethe Enstitüsünün misafirhanesine taşındığım günlerde Sarkis Hatspanian aradı. İlias Uyar’ın dayısı Sarkis Hatspanian, Erivan’da yaşamaya karar vermiş Türkiye ile başı belada bir Fransız vatandaşıydı. Ermenistan’ın Karabağ Savaşından sonra kahraman ilan ettiği beş insandan biriydi. 2004 yılında “Kıyamet Günü Yargıçlarını” okumuş, bunun bir Türk tarafından yazılamayacağına kanaat getirmişti. Aynı yıl Köln’e geldi, görüştük. Aramızdaki diyalog başka kelimeler aracılığı ile vuku bulmuş olabilir:

Türk müsün gerçekten? diye sordu.

Türkiye’nin vatandaşlığından atıldığımı, ama ana dilimin Türkçe olduğunu söyledim. Arkasından sinirlerimi alt üst eden bir sürü soru daha sordu, bunaldım. Kıyamet Günü Yargıçları’nı Ermeniler için mi yazdın? diye sorunca, yok, diye patladım, kendim için yazdım! Başka bir cevap verseydin, canına okumuştum, dedi. Arkadaş olduk. 2005 yılında Ermenistan’da, Erivan’da 15 gün yaşadım. Kısa sürede beni Ermenistan’ın tanınmış bir şahsiyeti yaptı. Beş yıl sonra, 2010’da ikimiz de tutukluyduk. Ben İstanbul’da, Sarkis Erivan’da. İkimizin de babası biz tutukluyken vefat etti. Hadi ben “haindim” diyelim, cenazeye katılmama izin verilmedi. Sarkis Hatspanian kahramandı. Ama devletin tepelerinde dönen dolaplara yolsuzluğa tahammül edememiş, başkaldırmıştı. Kahramandı. Ama bana satır satır okuduğu, ayetlerin altını çizdiği, boşluklarına not aldığı İncili hediye eden babası vefat ettiğinde onun da cenazesine katılmasına izin vermediler. Tutuklu olduğum aylarda, Erivan’daki cezaevinde, benimle dayanışma eylemleri başlattı. Ermenistan’ı ayağı kaldırdı. Babam öldüğünde, tutuklu bulunduğu cezaevinde, babam için Hıristiyanlar’a özgü bir ayin düzenledi. Benden çok sonra uluslararası baskılar sonucu serbest bırakıldı. İnat etti, vatandaşı olduğu Fransa’ya dönmedi. İlias ve Peri’nin, Madrid’ten ayrıldığı gün Lyon’dan aradığında iade edileceğim telaşı içindeydi ama mücadeleci karakteri değişmemişti. Meraklanma dedi, seni Türkiye’ye yedirmem! Seni Almanya’ya götürmek için hemen yola çıkıyorum. Kararından vazgeçirmek için akla karayı seçtim. Yok, dedim, bu sefer normal yollarla döneceğim. Sen nasılsın, diye sordum öylesine. İyiyim diyeceğini sanıyordum her zamanki gibi. Sigara kullanmaz, içki içmez, girdiği mekana ışık saçan çok sağlıklı bir insandı. Kötüyüm Doğan, dedi, her an ölebilirim. İlias’ın bilmesini istemiyorum, dedi, söz ver dedi, söylemeyeceğine.

Enstitü’de herkes evine gittikten sonra koskoca binada tek başıma kaldığımda duygu dünyam karmakarışık oldu ve Sarkis Hatspanian’ın sırrını nasıl taşıyabileceğimi bilemedim. Devasa bir yalnızlık çukuruna gömüldüm. Yanıma aldığım, 2066 adlı roman kâr etmedi, Günay Ulutunçok’un yıllar yıllar önceki “Ez Kurdim-Ich bin Kurdin” başlıklı fotoropörtajı kâr etmedi. Televizyonda krimi filmler, kabareler, düzeysiz tartışma, mide bulandırıcı yarışma programları kâr etmedi. Faceebook’taki saçma sapan tartışma ve çatışmalar kâr etmedi. İçtiğim iki litre bira kâr etmedi. Geceyarısına doğru başlayan ağlama krizimi bir türlü durduramadım. Peri’yi telefonla aradım ve aldığım o kötü haberi söylemeksizin sabaha kadar uykusuz bıraktım onu. Sonraki günlerim de kötü geçti. Bedene ve ruha dair ne kadar hastalık varsa üstüme üstüme geldiler.

20 Ocak 2018 tarihini de, öğlenden sonra saat on dört sularında, ömrünü Soykırım kurbanlarının adaletine adamış arkadaşım Sarkis Hatspanian hayata gözlerini yumdu. Belki ölmedi de, bizlere hayatla vedalaşmanın da bir direniş biçimi olduğunu öğreterek dinlenmeye çekildi.

Toprağımız bir olsun Sarkis!

Dverimci Karadeniz / Doğan Akhanlı 
Devam et...

Bir sonuç olarak: Öğrenci-işçilik

0 yorum

"Yoldaş Ortakaya'yı birkez daha özlem ve hasretle anıyoruz. Devrimci tarih asla unutmaz."

Türkiye’de eğitim sisteminin dayandığı felsefe, cumhuriyetin kuruluşundan bugüne değin birçok kez değişikliğe uğramıştır. Cumhuriyetin yeni kurulduğu dönemde John Dewey’in kurucuları arasında yer aldığı, felsefi temelini pragmatizmden alan “ilerlemecilik” eğitim anlayışı zamanla değişmiş ve süreç içinde “daimicilik”, “esasicilik” gibi eğitim anlayışları da uygulanmıştır.

Eğitim anlayışındaki dönüşümler, kapitalist gelişmeden ve bu gelişmelerin doğurduğu ihtiyaçlardan bağımsız düşünülemez. Eğitim felsefesindeki son dönüşüm ise 90’lı yılların sonu 2000’li yılların başından itibaren uygulanan “toplam kalite yönetimi”, “yaşam boyu eğitim”, “yönetim geliştirme” gibi kavramlarını sıkça duyduğumuz “yeniden kurmacılık” eğitim anlayışına dayanır. Bu eğitim anlayışının kavramları bize eğitimde yaşanmakta olan neo-liberal dönüşümün uygulanmasının esaslarını hatırlatır.

Bu kavramlara baktığımızda, aslında bunların bir çoğunun fabrikaların çalışma düzenine uygun kavramlar olduğunu ve eğitim sisteminin de bir fabrika gibi görüldüğünü görebiliriz. Eğitim sisteminin “girdi”si olan öğrenci, “süreç” ve “çıktı” aşamalarında işçiliğe hazırlanır, hatta bazı “süreç”lerde işçileşir ve patronların istediği bir “ürün” olarak mezun edilmeye zorlanır. Bu işçileşme sadece meslek liseleri ve meslek yüksek okullarına özgü değildir. Eğitim sisteminin, öğrencileri ucuz iş gücü olarak kullanabileceği bir düzeneğe sahip olması bir yönden, eğitimin paralı olması (sadece har(a)ç değil, eğitimin tüm giderleri) öğrencileri bir başka yönden işçileşmeye doğru itmektedir.
Öğrencinin Sosyal Yaşamı ve İşçi Sınıfı

Öğrenci gençlik hareketiyle, işçi sınıfı ve diğer toplumsal hareketler arasındaki diyalektik ilişkiyi yadsımamakla beraber, diyebiliriz ki, öğrenci hareketi devrimci hareketin en dinamik parçasıdır. Öğrenci gençlik, niceliksel olarak da devrimci hareket içinde azımsanamayacak orana sahiptir. Bu durumun sebepleri, genç olmaktan gelen dinamiklik, gencin önünde henüz yaşanmamış bir yaşam olduğundan ötürü taşıdığı, bugünü sorgulama ve geleceğe dair müdahalede bulunma isteği olarak belirtilebilir. Ayrıca genç, toplumsal yaşamın rollerini, baskısını henüz kendisinden daha da yaşlı birine göre tamamen içselleştirmiş ve kabul etmiş değildir. Öğrenilmiş çaresizliği kabul etmemiştir. Peki sisteme karşı çıkarken sadece “aydın” bir birey olarak mı bunu yapar?

Öğrenciler bütün bunları düşünürken, hayata geçirirken, kapitalist sistemin bütün uygulamalarını hayatlarında somutlarlar ve bu sisteme karşı mücadele ederler. İşte bu somutlamanın sebebi, işçi- emekçi bir üniversite öğrencisinin ezilen sınıfla kesişen, benzer olan sosyal yaşamıdır. (Buradan işçi-emekçi çocukları da işçidir, emekçidir gibi bir sonuç çıkmaz. Vurgulanan sosyal yaşam benzerliğidir.) Öğrencilerin daha fazla soru sorması, okuması, devrimci harekete katılmalarının tek yönlü bir sebebi değil, sosyal yaşamlarıyla bu durumların etkileşimi sonucunda ortaya çıkan bir sonuçtur.
Öğrencinin Üretimle İlişkisi

Öğrenci hareketinde, öğrenci kimdir sorusuna verilen yanıtı, eğitim sisteminin ve doğal olarak ondan etkilenen öğrencinin değişen durumu bağlamında yeniden gözden geçirmek gerekir. Kavram olarak öğrenciyi ele aldığımızda; yaşamsal ihtiyaçlarını, üretimi kendisine ait olmayan bir değer tarafından finanse ettiğini ve karakterinin, küçük burjuvaziye benzediğini söyleriz. Lâkin bugün baktığımızda, yaşamsal ihtiyaçlarını kendisinin ürettiği değerle finanse eden öğrenciler-işçiler de vardır. Bu durumda öğrencileri toplumun temelde ayrıştığı işçi ya da burjuva sınıflarından birine yerleştiremiyoruz.

Mücadele Yönü Nasıl Olmalıdır?

Bu değişim beraberinde öğrenci hareketine yönelik, gerek teoride gerek pratikte farklı ihtiyaçları ortaya çıkarmaktadır. Değişen ihtiyaçların sonucu olarak, öğrenci gençlik hareketinde iki farklı hatalı anlayış vücut bulmaktadır.

Bu anlayışların ilki; öğrencilerin işçileşme, işsizlik ve geleceksizlik gibi gerçekliklerinden yola çıkarak, öğrencileri “öğrenci karakteri”nden ve öğrenci olmanın getirdiği sınıfsal özelliklerinden kopararak, akademik – demokratik mücadeleyi bir yana bırakan, öğrenciden “işçi” çıkaran ve öğrenci hareketine işçi hareketi gibi yaklaşan anlayıştır.

Bir diğer anlayış ise, öğrencilerin işçi sınıfıyla bağını kurmayan, onu sadece akademik demokratik mücadelenin öznesi olarak gören anlayıştır. Bu anlayışa göre; eğitimin piyasalaşmasıyla beraber, öğrenciler bugün geçmişe oranla sahip oldukları avantajlı konumu gittikçe kaybetmekte ve sosyal ayrıcalıklarını da bir çok alanda yitirmektedir.

Öğrencilerin sınıfsal olarak, işçi sınıfından bağımsız ideolojik varoluşlarını gerçekleştirebileceklerini ve ellerinden alınan ayrıcalıklı konumları için mücadele etmeleri gerektiğini söylemektedir.
Öğrencilerin işçileşmesi ve işçiliğin gençleşmesi, önümüze öğrenciliğin soyutlanmış tanımından farklı bir tablo çıkarıyor.

Devlet üniversitelerinde ve meslek yüksekokullarında eğitim piyasayla bütünleşmekte ve okul/fabrikadan çıkan öğrenciler/ ürünler, alıcı/patronların hizmetine sunulmaktadır. Eğitim, piyasanın beklentilerine göre şekillendirilmektedir.

Öğrencilerin işçileşmesi sonucunda, işçi sınıfıyla öğrenci arasında, ikisinin kesiştiği ve ne salt öğrencilerin akademik-demokratik mücadelesinin ne de öğrencilerin işçi sınıfının bir parçası olarak görülerek yürütülecek bir mücadelenin karşılayamayacağı ara bir alan oluşmaktadır. Bu alanı kapsamak için de öğrenci hareketinde farklı mekanizmalara ihtiyacımız vardır.

Öğrenci gençliği salt “aydın bilinçli” insanlar olarak tanımlamak, onun sınıfla bağını koparmak ve öğrenci gençliğinin mücadelesini salt akademik-demokratik mücadele alanıyla sınırlamak, tıpkı öğrenci gençliğin akademik demokratik mücadelesini bir yana bırakıp öğrenciden “işçi” çıkarmaya çalışan anlayışta olduğu gibi günümüzdeki öğrenci gençliğin tanımlanması ve kapsanması açısından yetersizdir.

Yapılması gereken, içinden geçtiğimiz sürecin bir geçiş süreci olduğunu kavrayıp, bugünkü dönüşümü doğru tahlil etmek ve mevcut sürecin iki boyutlu doğasını kavramaktır.
Reel kaygılarla tek başına birine sıkışıp kalmak ya da sürecin ikili doğasını kavrayamayarak “öğrenci” eyleminin tarihsel karakterini bir kenara bırakıp salt dönüşüme odaklanmak sürecin ihtiyaçlarına yanıt üretmez.

Öğrencilerin bugün içinde bulunduğu durum bize şunu gösteriyor; bir taraftan eğitim sistemi gün
geçtikçe sermayeyle daha çok bütünleşiyor, öğrencilerin sahip oldukları haklar ellerinden alınıyor. Bunun sonucu olarak, paralı eğitim uygulamaları derinleşirken, diğer taraftan da öğrenciler, eğitim masraflarını karşılayabilmek için işçileşiyor ve eğitimin neo-liberal dönüşümünün bir sonucu olarak, ucuz iş gücü olarak sermayeye pazarlanıyor. Bu süreç bizi, iki yönde de mücadele etmeye zorunlu kılıyor. Bunun içindir ki, bir taraftan üniversitelerde özgür demokratik üniversite için mücadele etmeli (yani geçmişten gelen “alışkanlığı” devam ettirmeli) diğer taraftan da devrimin öncü gücü olan işçi sınıfıyla, öğrenci hareketinin bağını kurmalı ve işçileşen öğrencilerin işçi-öğrenci olmaktan ötürü bulundukları özgün duruma uygun hareket alanları yaratmalıyız (yani yeni duruma yanıt üretecek parola ve araçları üretmeliyiz).

[1] Kaynak: MEB, Milli Eğitim İstatistikleri 2008- 2009, ÖSYM Yükseköğretim İstatistikleri 2008- 2009

***

Ucuz İşgücü Olarak Öğrenci

Bir sonuç olarak öğrencilerin işçileşmesinin birçok sebebi vardır. Bugün ortaöğretimde lise okuyan öğrencilerin 1.565.269’u meslek liselerinde okumaktadır. Bu eğitimin bir diğer basamağı olan meslek yüksekokullarında (MYO) ise yükseköğretim görenlerin yüzde 30’unu oluşturan 879.275 öğrenci okumaktadır. [1] Eğitim yapısını ve özellikle bu alanlarda okuyan öğrencilerin staj adı altında işçileştirilmesini ve sömürülmesini düşündüğümüzde, lise ve üniversite öğrencilerinin yaklaşık yüzde 40’ı ya meslek liselerinde ya da MYO’larda okumaktadır. Bu verilere bir de eğitim masraflarını karşılamak için part-time çalışan öğrenci-işçileri ve lisans eğitimi veren kimi fakültelerde staj yapmak zorunda olan öğrencileri kattığımızda birçok öğrencinin dolaylı yollardan işçileştiğini görebiliriz.

Yeni Mücadele Araçlarına İhtiyacımız Var

Öğrenci işçilerin yaşadıkları sorunlar akademik-demokratik mücadele alanının kapsamını aşmaktadır. Doğal olarak mücadele araçları da, akademik- demokratik mücadelenin araçlarından farklılık gösterir. Öğrencilerin akademik- demokratik mücadeledeki araçları günümüze kadar bir çok yönden gelişmesine rağmen, öğrenci- işçi alanındaki mücadele araçları gelişmemiştir. Bir takım değişim ve dönüşümler geçirdikten sonra, Genç Sen bu alana yönelik geliştirilebilecek bir araç olabilir. Lakin öğrenci-işçilere yönelik mücadele araçları sadece Genç Sen’le sınırlanamaz. Bugün mühendislikten tıbba, sanayiden hukuka staj adı altında işçileşen öğrenciler, bütün bu farklı iş kollarında çalışma yürüten sendika ve meslek odalarında öğrenci işçi-olarak, bürolar kurup, alan açıp örgütlenebilir ve örgütlülüklerini okuldan sonra da devam ettirebilirler.


Öğrenci-işçilerin diğer öğrencilere göre daha az boş zamanı vardır ve diğer öğrenciler, öğrenci-işçilere göre okulu daha çok yaşam alanı haline getirirler. Bunlarla ve daha birçok sebeple beraber, öğrenci-işçilerin örgütlenmesi uzun erimli ve daha geç sonuç alınabilecek bir alan özelliğini taşımaktadır. Özgürlükçü Gençlik ve Liseli Kıvılcım olarak bizler, öğrenci gençliğin hem akademik-demokratik alandaki hem de öğrenci-işçi alanındaki araçlarını geliştirecek ve mücadelemizi sürdüreceğiz.

Kader Ortakaya 

Kaynak : Özgürlükçü Gençlik Dergisi, sayı 13, Mart 2012

http://kaderortakaya.blogspot.com

Devam et...

22 Mart 2019 Cuma

Başlarken Manifestomuz

0 yorum

Yanlız sokakların , loş caddelerinde , hanfendi ve beyfendilerin geçtiği çevre yollarında, mülteci çocukların karanlık dar koridorlar da,acılar içinde organlarını vermemek için bağrıştığı seslerinin şehrin gürültüsüne karıştığı, işsizlerin kaldırım çiğnediği, hayat kadınlarının limonlu kahve içtiği , evdeki zincirlenmiş kadının katledildiği, herkesin örnek aldığı diplomalı okullular, şehitler , gaziler, gerillalar , teröristler,kimsesiz yurtalrın da tecavüze uğrayan çocuklar. Bakım evlerinde kemikleri kırılana kadar  dayaktan geçirilen  yaşlılar engelliler...cezaevlerindeki babalar. yan sokaktaki kabadayı , arka sokaktaki küçük çeteler. Dağa çıkanlar şehre inenler, 23 yaşında şirket yönetenler, Yirmi üçünde  babası yaşındakiler kadın olanlar,Monşerler ,diplomatlar,memurlar ,bankacılar, itilenler , liberaller ,cemaatler, ileri demokrasiler, yatılı kursların yataklara itilen körpe bedenleri,beyaz eşya taksitleri, kredi kartları, Alınteri ,ve ve ve ve onlar bunlar şunlar   "zindanda  müebbetler , hiç bitmeyecekmiş ama , bitecekmiş gibi gün sayanlar , Gün sayan anneleri ile, gün sayan çocuklar......


Her başlangıç bir umuttur!

Her başlangıç kendi içinde büyük bir umudu barındırır!

Bu köleleştirici, baskıcı, sömürücü, iç karartıcı, umut kırıcı dünyada emekçilerin, halklarımızın,

halkımızın umuda ihtiyacı var. Sanal'da olsa bir umuda ihtiyacı var, somut bir dünya görüşüne, net bir politik yürüyüşe dayanan bir umuttan söz ediyoruz. Bugün ekmek ve sudan öte halklarımızın, dünyamızın en çok böyle bir umuda ihtiyacı vardır...

Çıkışımız, bir umut çıkışıdır! kendi gücümüzce sessimizce yani  yettiğince..

Kendimizi öncelikle böyle tanımladık; umut ve onur çıkışı...

İşte bu umutsuzluğun tırmanışa geçtiği şu köhneleşmiş sistem içersin de Söz konusu bir blog sayfası olarak varlık gösteriyoruz, ne güçlü bir örgütüz, nede kararlı bir gerilla, nede  devrimci komandoyuz. Çok  olmadığımız kesin, çok olanlardan olamayacağımız da kesin. Onun için kendimizce silahsız, savaşsız, sömürüsüz dünya'dan ülkeden taraf halkın dostlarıyız.


çok uzatmadan kısaca halimiz, ahvalimiz........








Devam et...

Savaş ve barış için, sorular ve yanıtlar

0 yorum


Ancak adil ve onurlu olan barış koşulları savaşları durdurabilir ve kalıcı olabilir. Barış istemek taraf olmayı gerektirir, ama aynı şekilde haklı ve haksız ayrımı yaparak.

Savaş nedir?

Genel olarak savaşın ekonomik, sosyal ve siyasal özellikleri dikkate alınarak uygun bir tanım yapmak gerekirse; devletlerin ya da sosyal sınıfların, ekonomik ve politik amaçlar uğrunda kendi aralarında yaptıkları silahlı savaşım olarak nitelenebilir. Bu bağlamda savaş ekonomik ve siyasal bir olgudur. Ve daha özlü bir tanım olarak da, savaş politikanın başka araçlar ile sürdürülmesidir.

Savaş ne zaman ortaya çıkmıştır?

Savaş toplumun sınıflara ayrılması sonucu ortaya çıkmış ve toplumların tarihsel değişim ve dönüşüm sürecine uygun olarak günümüze kadar  süregelmiştir. Tüm savaşlar kendilerini doğuran ekonomik, sosyal  ve siyasal  sistemlerden ayrılamazlar. Esas olarak da ülkeler arasında ekonomik nedenle  yapılan silahlı çatışmayı dile getirir. Tarihsel süreç içerisinde savaşları bir ayırıma tabi tutmak gerekirse; yağma ve talan savaşlarından, sömürge savaşlarından  ve paylaşım savaşlarından söz edilebilir.

Kapitalizmi tek sözcükle savaş kavramıyla açıklamak mümkündür. Çünkü, kapitalizmin doğasında rekabet ve sürekli bir savaşım vardır: a)Önce serbest rekabet piyasasında kapitalistler arası savaş; b)sonra dışarıda yoksul ülkeleri sömürgeleştirme savaşı; c)daha sonra dünyanın yeniden paylaşılması savaşları; d)bu arada yoksul ülkelerin bütün bunlardan kurtulmak için verdiği bağımsızlık savaşları, e)emperyalist devletler kavgasının arasında ezilmemek için bunlardan birinin uydusu olarak katıldıkları zorunlu savaşlar.

Kapitalizmin ortadan kalkması ile savaşın da varlık nedeni ortadan kalkacak ve insanlar arasında savaş kalmayacaktır. O zaman gerçek savaş doğanın ve uzayın derinliklerinin keşfedilmesi ve insanlığın emrine sunulması için yapılacaktır.

Savaş sanayi ve savaş ekonomisi nedir? 

Kapitalizmin emperyalist aşamasında silah üretimine pazar açmak için savaşlar çıkarılır v sürdürülür. Savaş sanayi ile yaratılan ikame piyasası, ağır sanayi mamüllerinin devlet tarafından satın alınması için yaratılmış yeni bir satın alma gücüdür. Bu nedenle silahlanma,  büyük kapitalist tekellerin anamallarını değerlendirmek için zorunludur. Savaş Ekonomisi de amaç ve araç olarak iki yanlıdır. Savaş ekonomisinde, savaş amaç olarak çıkarılır, savaş sanayi dışındaki tüketim kısıtlanır. 2. Dünya Savaşında Nazi Almanya’sında “tereyağı yerine tank” sloganı ile bu dile getirilmiştir

Savaşın doğrudan yol açtığı sorunlar nelerdir?

Savaşın doğrudan yol açtığı sorunları veya sonuçları milyonlarca insanın ölümü, açlık ve sefaleti, sürgün ve göç ile doğanın tahribi olarak özetlenebilir.  Bazı hesaplamalara göre, antik çağdan günümüze kadar süren savaşlarda öldürülen insan sayısı, dünya nüfusunun yarısından  fazladır.

Her türlü savaşa karşı çıkılabilir mi?

Her türlü savaşa karşı çıkmak doğru değildir. Öncelikle haklı ve haksız savaş ayrımı yapmak gereklidir? Ülkeyi dış saldırıdan korumak, halkı kapitalizmin köleliğinden, sömürge ve bağımlı ülkeleri emperyalistlerin  boyunduruğundan kurtarmak için yapılan savaşlar, haklı savaşlardır. Gerici sınıfların kendi egemenliklerini kurmak ve zenginliklerini artırmak için başka ülke ve halklara karşı yürüttükleri savaşlar haksız savaşlardır.

Soyut planda ve bütün savaşlara karşı çıkacak şekilde savaş karşıtlığı yapmak, haklı olanı desteklememek ve haksızlılığı önlemeye çalışmamak taraf olmaktan kaçınmaktır. Yani, varolanın devamına göz yummak ve yaşanılan gerçekleri görmezden gelmektir, sıranın kendisine gelmesini beklemektir... Tarihte birçok örneği görüldüğü gibi sıra kendisinde geldiğinde iş işten gelmiş olacaktır...

Barışı kazanmak için ne yapmalı?

Barışı kazanmak için de bir savaş gereklidir. Savaşlardan sonra barışlar genellikle savaşı kazananlar tarafından yapılır, daha doğrusu mağlup olana barış koşulları dayatılır. Bu nedenle savaşı durdurmak için adil ve onurlu bir barış gereklidir. Egemenler haklı savaşları engellemek için her türlü yönteme başvurur, öyle bir söylem geliştirir ki, savaş ve barış kavramlarını birbirine karıştırır, neyin barış neyin savaş anlamına geldiği anlaşılmaz. Bu nedenle, ancak adil ve onurlu olan barış koşulları savaşları durdurabilir.

Selahattin Aykurt

Devam et...

20 Mart 2019 Çarşamba

İspanyol Makileri / Sonuna dek direndiler

0 yorum


İspanyol Makileri, adlarını sert yapılı ve her türlü iklime dayanıklı bir Akdeniz bitki türü olan makilerden almaktaydı. Bu ismi almalarının sebebiyse, yıllar boyunca bu bitkilerle kaplı İspanya dağlarında ve kentlerinde verdikleri uzun soluklu gerilla mücadelesinin direngen ve sert niteliğiydi. Binlerce gerilla, yıllar boyunca hem İspanya hem de Fransa’daki faşist hükümetlerle mücadele ettiler; sonunda Fransız halkını faşizmden kurtarsalar da İspanya diktatörü Franco’nun gördüğü uluslararası destek ve diktatörlüğün gerçekleştirdiği katliam ve hileler, makilerin zafere ulaşmasını engelledi. İspanyol Makileri, 1960’ların başlarına kadar faşist Diktatör Franco’ya karşı savaşmaya devam eden, İspanya Devrimi’nin yenilmesinin ardından Fransa’ya sürülen İspanyol gerillalarıydı. Yaptıkları sabotaj, soygun ve suikastlarla, II. Dünya Savaşı sırasında Fransa’yı işgal eden Naziler ve faşist Vichy hükümetine karşı mücadelede büyük katkılarda bulundular.

İspanyol Makilerinin Fransa’nın direniş hareketine yaptığı katkılara değinen Martha Gellhorn, The Undefeated adlı gazetede, 1945 yılında şunları yazmıştı:

“Fransa’nın Almanlar tarafından işgali sırasında İspanyol Makileri, dört yüzden fazla demiryolu sabotajı gerçekleştirdi, elli sekiz lokomotifi imha etti, otuz beş demiryolu köprüsünü havaya uçurdu, elli sekiz lokomotifi tahrip etti, yirmi fabrikaya saldırdı, bazı fabrikaları tamamen tahrip etti ve on beş kömür madenini sabote etti. Birkaç bin Alman askerini esir aldı ve –Almanların silahlarını göz önünde bulundurursak mucizevi biçimde- üç tankı ele geçirdiler. Hiçbir müttefik ordunun savaşmadığı Fransa’nın güneybatı kesiminde on yediden fazla kasabayı kurtardılar.”

Antonio Tellez Sola ve gerilla arkadaşları.

Bunların dışında, II. Dünya Savaşı sırasında İspanyol gerillalar, Alman generallerinden Paris çevresindeki bölgenin komutanı von Schaumberg ve Nazi çalışma kampları sorumlusu von Ritter’i öldürdüler. 1944 Ekim’inde tanınmış gerilla Antonio Tellez Sola da dahil olmak üzere yaklaşık 6.000 kişilik bir grup, Aran Vadisi’nden geçerek İspanya’ya girseler de on gün sonra çekilmek zorunda kaldılar. 1943 ve 1952 yılları arasında, Franco’nun katliam birlikleri olan Sivil Muhafızlar tarafından tutuklanan 2.166 makinin ardından, hareket neredeyse sona erdi.

İKİ ÜLKENİN ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİ

Fransa’daki gerilla mücadelesi, faşist General Fransisco Franco’nun öncülüğündeki kraliyet yanlısı İspanyol Ordusu’nun 18 Temmuz 1936’da İspanya Cumhuriyeti’ne karşı ayaklanmasını izleyen günlerde yeşermeye başladı. Franco karşıtı İspanyollar ülke genelinde bir devrim başlattılar ve faşizm yanlısı orduya karşı silah kuşandılar. Franco’nun lejyonları kontrol ettikleri bölgelerde hızla kanlı bir savaşa başladı ve bu durum birçok faşizm karşıtı insanın dağlara sığınmasını neden oldu. Cumhuriyetçi bölgeler, Franco’cu birlikler tarafından birbiri ardına işgal edildi ve 31 Mart 1939 günü Cumhuriyetçi birliklerin Levante bölgesinde teslim olmasından sonra, Franco’nun işgal hareketi neredeyse ülkenin tamamına yayıldı.

1939 yılında İspanya Devrimi’nin yenilmesinin ardından, Franco’ya karşı silahlı mücadelenin ölçeği oldukça küçük bir boyutta varlığını sürdürdü. Direnişçilerin sayısı azdı ama varlıkları hâlâ umut vericiydi. Yine de çeşitli nedenlerle savaşçıların üzerine kalın bir sessizlik battaniyesi örtülmüştü. Franco’nun yakın arkadaşı ve on iki yıl boyunca gerilla karşıtı acımasız savaşın sorumlusu olan Sivil Muhafız Komutanı Korgeneral Camilo Alonso Vega’ya göre, “haydutluk İspanya’ya büyük zararlar veriyordu. İletişim hatlarına zarar verdi, halkı ayrıştırdı, ekonomimizi mahvetti, birliğimizi paramparça etti ve dış dünya gözünde bizi itibarsızlaştırdı.”

Fransa sınırından sürgüne giden insanların çoğu Katalonya eyaletindendi. Franco yönetimindeki ordularının işgal ettiği diğer bölgelerden de birçok sığınmacı vardı. Tarihçi J. Rubio tarafından toplanan verilere göre, 1939’daki büyük sürgün zamanında, göçmenler arasında temsil edilen coğrafi bölgeler şu yüzdelere karşılık geliyordu: Katalonya (% 36.5), Aragon (% 18), Doğu İspanya (%14.1), Endülüs (% 10.5), Yeni Kastilya (% 7.6), Kuzey İspanya (Bask Ülkesi, Santander ve Oviedo) % 8.1.

Fransa’ya geçen mültecilerin çoğu tarım, ulaştırma, metalurji, elektrik ve inşaat gibi sanayi sektörlerinde çalışan işçilerdi. Güney Fransa’ya taşınan sürgün, “daha mütevazı bir nitelik ve anarşist ve komünist örgütlerde güçlü bir militanlık” yolunu da açmıştı. Sürgün, komünistlerin, sosyalistlerin, anarşistlerin ve cumhuriyetçilerin farklı ideolojileri tarafından şekillenmişti. Ne var ki birçok durumda, politik farklılıklar nedeniyle bu gruplar arasında anlaşmazlıklar yaşanıyordu. İspanya savaşının önceki yıllarında çoktan mayalanmış olan siyasi farklılıklar, sürgün deneyimiyle daha da güçlenmişti.


UMUT İSPANYA’YA DÖNSE DE…

Gerilla eylemlerinde, 1943 yılında Üçüncü Reich’ın (Nazi Devleti’nin) zafer kazandığına dair yaygın inancın Stalingrad direnişinde yaşadığı büyük hezimetten sonra bir artış gözlemlenmeye başladı. İkinci Dünya Savaşı’nın rüzgârları ters döndükçe, beklendiği üzere Franco karşıtı gerillalar moral ve dinamizm açısından bir sıçrama yaşadı ve 1944’ten itibaren önemli ölçüde çoğaldılar. Hareketin tepe noktası 1946-1947 yıllarında yaşandı. Bu dönemin ardından, kısmen Franco’yla yakınlaşmaya çalışan uluslararası politikaların bir sonucu olarak 1952’de kırsal kesimlerdeki gerilla eylemlerinin neredeyse sona ermesiyle, faşizm karşıtı harekette bir gerileme yaşandı. Öte yandan, Barselona, Madrid, Valencia ve diğer şehirlerde, kent gerillası mücadelesi on yılı aşan bir süre daha devam etti.

1944’ten sonra İspanya’da faaliyet gösteren gerillalar, Fransa’nın kurtuluşunda ve Fransız Direnişi’nde aktif rol oynayarak, büyük bir destek sağladılar. Bunlar, iyi silahlarla donanmış ve plastik patlayıcılar kullanabilen, iyi eğitimli ve deneyimli insanlardı. Siyasi gerilla faaliyetlerine katılmak için Amerika kıtasından gelen devrimciler, Lizbon ve Vigo şehirlerinden geçerek İspanya ve Fransa’ya geçtiler.

Fransa’da Nazilere karşı savaşta kullandıkları silahları kuşanan yaklaşık 3 bin gerilla, 1944’te Pireneler bölgesine iki büyük saldırı düzenledi. İlk saldırı 3 ve 7 Ekim’de Navarre’de, ikincisi Katalonya’da gerçekleşti. İspanya hükümeti saldırıdan haberdar olduğu ve tedbir aldığı için, bu girişimler başarısızlığa uğradı. Buna karşın, üslerine geri dönmeyi reddeden ve küçük gruplar halinde iç bölgelere sızmayı tercih eden çok sayıda gerilla söz konusuydu. O bölgelerde var olan gerilla gruplarını güçlendirdiler ve hiç kimsenin olmadığı yerlerde yenilerini kurdular.

Direnişçi Francisco Sabate Llopart (El Quico).
İspanya’ya giren savaşçılar, Nazilere karşı kazanılan zaferlerin verdiği güç ve Franco’nun da tıpkı Adolf Hitler ve Benito Mussolini gibi daha fazla dayanamayacağı inancıyla, ülkeye yüksek bir moral taşımıştı. Yanı sıra anarşist, sosyalist ya da komünist gerillalar, sayısız dağınık gerilla grubuna daha fazla birliktelik kazandırırken, onları hızla dönüştürecek niteliklere sahiplerdi. Gerilla mücadelesinin tarzı ve doğası araziye ve katılan birey ve grupların imkânlarına göre değişiyordu. Faaliyetler arasında stratejik hedeflerin bombalanması, siyasi suikastlar, silahların nakledilmesi, yer altı siyasi faaliyetlerde bulunan birey ve grupların korunması; mücadelenin finanse edilmesi için soygunlar yapılması, tutsak devrimcilerin kurtarılması ve hatta Diktatör Franco’yu havadan bombalamaya çalışmak gibi eylemler bulunuyordu.

Dönemin gerilla hareketinin düşünce tarzını ve ruhunu özetleyen bir örnek, deneyimli direnişçi Francisco Sabate Llopart’ın (El Quico) liderliğindeki küçük bir Anarşist gerilla grubunun eylemi olabilirdi. İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra İspanya’ya döndüklerinde ilk görevlerinden biri, bazı iktidar yanlısı yerel zenginin para ve değerli eşyalarının “kamulaştırılmasıydı”. Görev tamamlandıktan sonra, gerillalar zengin ve büyük bir mağaza sahibi olan Manuel Garriga’nın evinde şu notu bırakmışlardı:

“Bizler soyguncu değiliz, özgürlükçü direniş savaşçılarıyız. Az önce el koyduklarımız, sizin ve türünüzün ateş ettiği anti-faşistlerin yetim ve aç çocuklarını beslemek için az da olsa yardımcı olacak. Bizim olanı almak için asla yalvarmayacağız; bunu yapacak gücümüz olduğu sürece, İspanyol işçi sınıfının özgürlüğü için savaşacağız. Sen Garriga, katil ve hırsız olmana rağmen seni sağ bıraktık. Çünkü biz özgürlükçüler olarak insan yaşamının değerini, asla hissetmediğin ya da anlamadığın bir şeyi takdir ediyoruz.”

MAKİLERİN GERİLEYİŞİ

Sivil Muhafızlar ve Ordu’nun gerçekleştirdiği kanlı katliamlar dışında, kimi muhalif siyasi partilerin diplomasi yolunu seçerek iktidarla anlaşma yoluna gitmesi, direniş eylemlerinin sürdürülmesini neredeyse imkânsız hale getirecekti.

Gerilla mücadelesinin gerilemesindeki bir diğer önemli unsur, 1947’den itibaren kendilerini gerilla diye tanıtan Franco’cu özel birliklerin halka karşı bir terör kampanyası başlatmasıydı. Devletin katliamcı çeteleri halkın malını ve canını aldıktan sonra bunu gerillalar yapmış gibi lanse ederek toplumda kafa karışıklığı yaratıyordu. Dahası, gerilla gruplarına sızan polis ajanları etkiliydi ve önemli grupların bazılarının dağılmasında rol oynadılar.

Direnişte yer alan yaklaşık beş bin makinin büyük kısmı Franco’nun Sivil Muhafızları tarafından katledilmişti. 1947’de sosyalist grupların çoğu gerilla hareketini terk etmek yönünde karar alarak, anarşist gruplara da aynı yolda ilerlemeleri çağrısında bulunmuşlardı. Buna karşın gerillaların çoğu yıllar boyunca dağlarda yaşamayı sürdürdüler.

1953 yılında, Amerika Birleşik Devletleri Diktatör Franco’yla askeri ve ekonomik yardım anlaşması imzaladı. İki yıl sonra, 1955’te faşist rejimle yönetilen Franco İspanya’sı Birleşmiş Milletler’e kabul edildi. Ancak, her ne kadar her şey kaybedilse de birkaç gözü pek direnişçi mücadeleden vazgeçmeyi reddetti. Cantabria bölgesindeki son iki gerilla olan Juan Fernandez Ayala (Juanin) ve Franciscxo Bedoya Gutierrez (El Bedoya) 1957 yılının nisan ve aralık aylarında hükümet güçlerince katledildi. Katalonya’da, son anarşist gerilla olan Ramon Vila Capdevila (Caraquemada), Ağustos 1963’te Sivil Muhafızlar tarafından vuruldu. Ancak, en son gerilla Jose Castro Veiga (El Piloto) idi. 1965 Mart’ında Lugo’da hayatını kaybetti.

İADE-İ İTİBAR

Hayatta kalan makilerin çoğu özellikle 70’li yıllarda, komplocu, otoyol soyguncusu ve haydut olarak nitelendiriliyordu. 2001 yılında İspanya Parlamentosu, 1939’da İspanya Devrimi’nin yenilmesinden sonra diktatör General Francisco Franco’ya direnmeye devam eden Cumhuriyetçi gerillalar için siyasi bir “tanıma” kararını kabul etti.

Parlamento kararı öncesinde, dönemin Birleşik Sol (IU) Koalisyon sözcüsü Felipe Alcaraz, makilerin “ahlaki, sembolik ve politik olarak tanınması” çağrısında bulundu. İspanya Sosyalist İşçi Partisi’nden (PSOE) Joaquin Leguina, İspanya’nın Franco’ya karşı direnenlere olan “borcunun” ödenmesi gerektiğini yineliyordu.

Parlamentonun kararıyla, savaş sonrası mücadelede yer alan direniş gazilerinin bir talebi yerine getirilmişti. Kararın ardından İspanyol El Pais gazetesi, makilerin itibarlarının iade edildiğini yazıyordu. Diğer yandan, direnişçilerle ilgili iade-i itibar kararı, İspanyol halkının bir kısmı için geç kalınmış bir karar olarak görüldü.

Tanınma kararına giden yolda uzun bir mücadele yürütülmüştü. Kasım 2000’de, hayatta olan yaklaşık 40 kişilik maki grubu, İspanya’nın kendi haklarını ve itibarlarını tanınması amacıyla “Anma Karavanı” adlı bir yürüyüşe öncülük etmişlerdi. İspanyol radyosunun, Leon bölgesinden bir maki olan 75 yaşındaki Francisco Martinez’le 2001’de yaptığı bir söyleşide, eski gerilla şunları söylüyordu: “Hayatta kalan birkaç yoldaşın bu girişimi, sesimizin siyasi güçler tarafından duyulmasına olanak sağladı. Bugün ulaştıkları sonuçların, demokrasiye saygınlık getirdiğini düşünüyorum.”

DİKTATÖRÜN MEZARI TAŞINACAK

13 Ağustos 2018’de İspanya Parlamentosu’nun aldığı bir karar, İspanya’daki ‘Şehitler Vadisi’ndeki bir bazilikada bulunan diktatör Franco’nun mezarının buradan taşınma sürecinin önünü açtı. Madrid yakınlarındaki bu büyük alan, İspanya’nın kanlı diktatörünün mezarını barındıran bir anıt ve bir Katolik kilisesi içermekte. Bir mağaraya benzeyen alan karanlık faşist dönem mimarisiyle inşa edildi. Anıtın yapımı sırasında Franco zindanlarında tutulan binlerce devrimci tutsak ve Maki gerillası zorla çalıştırıldı ve bu insanların bir kısmı inşaat sırasında hayatını kaybetti.

Anıt halk nezdinde oldukça tartışmalı; zira birçok kişi tarafından faşizmin zaferinin bir sembolü olarak görülüyor. Franco’nun 1975’teki ölümüne kadar süren 36 yıllık saltanatı, rejimine karşı çıkanların hapsedilmesi, işkence edilmesi ve öldürülmesiyle ün salmıştı.

Geçtiğimiz yıl temmuz ayında, Franco’nun ailesini ve taraftarlarını kızdıran bir hareketle, İspanya’daki Sosyalist hükümet, yıl sonuna kadar Franco’nun kalıntılarının mezardan çıkarılmasını ön gören bir yasa hazırladı. İspanya Başbakanı Pedro Sanchez, Şehitler Vadisi’nin diktatörlüğü anmak yerine, ülkenin 1936-39 arasında yaşadığı savaş ve faşizm karşıtı mücadeleyle ilgili bir sembol olmasını talep ediyor.

Başbakan Sanchez, haziran ayında gerçekleşen ilk televizyon röportajında, “İspanya, İspanyolları bölen sembollere izin veremez. Faşist diktatörlüklerin acısını çeken Almanya’da veya İtalya’da düşünülemez olan bir şey, ülkemizde de hayâl edilemez,” demişti.

Şehitler Vadisi, Franco’nun mezarı dışında, İspanyol Devrimi esnasında her iki tarafta savaşan 33.000’den fazla insanın mezarına ev sahipliği yapıyor. Öte yandan, Franco’ya karşı savaşan bazı Cumhuriyetçi askerler, ailelerinin rızası olmadan buraya gömüldü ve torunları halâ onların kalıntılarını arıyor. Anıtın açıldığı yıl olan 1940’tan 1959’a kadar Franco, esir muamelesi yaptığı politik mahkûmları köle işçiler olarak kullandı ve onları Madrid dışındaki bir tepede dev bir bazilika inşa etmek amacıyla, yaklaşık çeyrek milyon ton granit taşı kazmaya zorladı. Taşlar 500 metrelik bir haç dikmek için kullanıldı. Dolayısıyla, Franco rejiminin kendisi gibi, bu alan da faşist ideoloji ve dinsel gericiliğin karışımının bir sembolü olarak görülüyor.

12 Şubat 2019 günü İspanya Başbakanı Sanchez yaptığı yeni bir açıklamayla Franco’nun ailesine diktatörün kalıntılarını taşıması için iki haftalık süre tanındığını, taşınmaması durumunda bu işin hükümet eliyle gerçekleştirildiğini beyan etti. Her ne kadar hükümet böyle bir ültimatomda bulunsa da Franco’nun ailesinin yüksek mahkemede bu karara itiraz etme hakkı bulunuyor. Önümüzdeki günlerde, ailenin kararını açıklaması ve büyük ihtimalle diktatör için yeni bir mezar alanı seçmesi bekleniyor.

Gazete Duvara / Çeviri : Tarkan Tufan
Devam et...

Ekonomi Politiğin Temel Kavramları -I-

0 yorum


 “Yeni bir dili öğrenmeye başlayan kişi, onu hep kendi anadiline çevirir durur, ama ancak kendi anadilini anımsamadan bu yeni dili kullanmayı başardığı ve hatta kendi dilini tümden unutabildiği zaman o yeni dilin özünü, ruhunu özümleyebilir.” Louis Bonaparte'ın 18. Brumaire'i adlı yapıtına böyle başlıyordu Marks. İşte biz de yeni bir dil öğreniyoruz. Bu dil, toplumun hareket yasalarının dilidir. Toplumsal süreçlerin özünde üretici güçler arasındaki ilişki ve çelişkilerin ürünü olduğunu anlatan bu dil marksist ekonomi politiğin dilidir. Bu sayımızda ekonomi politiğin temel kavramlarına bir giriş yapmış bulunuyoruz. Önümüzdeki sayılarda  devam edecektir.

Ekonomi Politik

Ekonomi Politik, insanlar arasındaki toplumsal üretimle ilgili, yani ekonomik ilişkilerin gelişimiyle bunları belirleyen üretim, dağıtım, değişim ve tüketim yasalarını inceler.

Değişik sosyo-ekonomik biçimlerde, toplumsal sınıflar arasındaki ilişkilerin ilki ve en önemlisi üretim ilişkileri olduğuna göre, ekonomi politik toplumsal yaşamın derinliklerine inerek değişik sınıfların vazgeçilmez çıkarlarını ortaya koyar. Bu yüzden tüm sınıflar için tek bir ekonomi politikten bahsedilemez ve bu yüzden yazımızın başlığı Marksist Ekonomi Politik.

Burjuva iktisatçılarının sınıflar üstü ekonomi yasalarına karşı, Marksistler Marksist-Leninist ekonomi politiğin sınıf niteliğini vurgularlar.

Marksist Ekonomi Politiği öğrenmek toplumsal gelişmeyi yöneten yasalar üzerinde bilgi sahibi olmayı mümkün kılar, ulaşılacak hedefleri açıkça ortaya çıkarır ve işçi sınıfının ekonomik ve politik taleplerinin belirlenmesinde ve bunlara ulaşmada bilimsel bir temel oluşturur. Bizler bu sebeplerden Ekonomi Politik üzerine bir çalışma yapmak gerekliliğini hissetmeliyiz. Hayatlarımız sadece pratikten müteşekkil değilse ve teori hayatımızın ayrılmaz bir bütünüyse; kapsamı oldukça geniş olan bu konuya bir giriş yapmak önemli olacaktır.

Bizlerin, ekonomi politik kuramlarından çok bu araştırmada önümüze çıkacak terimlerin anlamları ile işe başlaması anlamlı/yararlı olacaktır.

Meta

Kapitalizmin ekonomik sisteminin tüm temel çelişkilerini yansıtan/doğuran meta; doğrudan tüketim için değil değiş tokuş veya satış için üretilmiş üründür. Bir nesnenin meta olabilmesi ancak onu üreten insanın üretme sebebinin kendi gereksinimlerini karşılamanın ötesinde bir sebebi olmasıyla açıklanabilir. Kendi gereksinimi kadar üretim sadece bir ürün üretmektir. Meta ise sosyal bir ihtiyacı gidermeli, değiş tokuş edilebilmeli, diğer insanlar tarafından istenir bir nesne olmalı. Meta bir isterin, bir ihtiyacın karşılayıcı olmak zorundadır, metanın bu özelliğine kullanım değeri denir.

Metaların kullanış değerleri arasındaki değişme oranına ise değişim değeri denir. Belirli oranlarla el değiştiren metaların ortak olan yanı fayda sağlamalarıdır. 10 ekmekle 1 kg şekerin arasında var olan bu değişim değerini belirleyen etmenler ise her metaın bir emek ürünü olarak ortaya çıkması, arz ve talep konusu olabilmesi ve kolay bulunup bulunamaması olarak sıralanabilir.

Emek

Meta için yaptığımız kullanım ve değişim değeri ayrımı emeğin iki yönlü niteliğini ortaya koymaktadır. Bu da karşımıza somut ve soyut emek kavramlarını çıkartır. Somut emek kullanım değeri üreten emektir, bunun anlamı emek neticesinde ortaya çıkan nesnenin bir ihtiyacı karşılıyor olmasıdır. Soyut emek ise ortaya konan emek neticesinde bir ürünün değişim değeri kazanmasıdır. Yani her metada bir soyut emek mevcuttur.

Kelime anlamıyla insanın yaşam ihtiyaçlarını üretmeye yönelik çabası olarak tariflenebilecek emek; Marx tarafından Kapital'de yalnızca yalın emek kavramına indirgenmiştir. Bunun anlamı; hiçbir özel gereksinime ihtiyaç duymaksızın insan organizmasında bulunan emek-gücünün harcanması olarak tariflenmektedir.

Marx “işçinin sattığı şey, doğrudan doğruya emeği değil, onu kullanma hakkını geçici olarak kapitaliste devrettiği emek-gücüdür.” der. Emek-gücü; insanın kendisinde bulunan ve hangi türden olursa olsun bir kullanım değeri üretirken harcadığı zihinsel v fiziksel yetilerin toplamıdır. Eğer bizler genel yanılsama gibi “işçi emeğini satıyor” deseydik bu emeğin bir değerinin olduğu anlamına gelirdi. Oysaki değeri doğuran şey metaın üretimindeki emekle belirlenmekte. Bu da bizi bir çıkmaza sürüklemekte. İşçinin para karşılığı işverene verdiği şey bir meta üretebilme kapasitesidir yani emek kapasitesidir(emek-gücü). Bu da elbet kısıtlı bir zaman dilimi içerisinde gerçekleşmelidir. Aksi takdirde zaman sınırlanması konmayan bir emek-gücü kiralama köleliğe götürecektir.

Artı-Değer / Artı-Ürün

Kapitalist, işçinin emek-gücünü satın aldıktan sonra onu bir meta üretmek için kullanma hakkını elde etmiş olur. Kapitalist aynı zamanda işçinin ürettiği metaya sahip olduğu için-çünkü gerekli hammaddeyi ve üretim aracını da o sağlamıştır- işçi ürettiği meta üzerinde hiçbir hak sahibi olamaz. İşçi yaşamını devam ettirebilmek için ve sarf ettiği emek-gücünü tekrar geri kazanabilmesi için gerekli olan zorunlulukları sağlayacağı ücreti sağladıktan sonra kapitalistin isterleri doğrultusunda artı bir emek sarf eder. Bu artı zaman dilimi içinde üretilen metaın geliri üretim araçlarını ve işçinin emek-gücünü kullanma hakkını elinde bulunduran kapitalistin karı olur. İşte, işçinin burada ürettiği fazladan değer artı-değerdir. Zaten kapitalist üretimin temel amacı da artı-değerdir. Artı-değer; işçi sınıfının, işgücünü tekrar üretmesi için gerekli olandan daha fazla çalıştırılmasının sonucu ortaya çıktığından, aynı zamanda işçi sınıfının kapitalist tarafından sömürülmesinin de bir sonucudur. Artı-ürün ise işçinin fazladan çalıştığı zamanda ortaya çıkardığı ürünü tanımlamaktadır.

Ücret

Emek-gücü bir metadır. Bu metaın parasal olarak karşılığı ise emek-gücünün değeridir. Bu değer (verilen ücret) kapitalist sistemde “emeğinin karşılığı” olarak dile getirilir. Oysaki işçinin ürettiği değeri(fiyatı) alması kapitalist sistem için imkânsızdır. Çünkü bir çamaşır makinesi fabrikasında çalışan bir işçi eğer bir makinelik bir üretimde bulunduysa bunun asla ve asla tamamını alamaz, “emeğin karşılığı” diye tariflenen fiyat kapitalist tarafından işçinin yeniden üretime katılabilmesini ancak sağlayacak miktar olarak belirlenmektedir. Kapitalist için özde olan emek-gücü fiyatının bunun yarattığı değerden en fazla ne kadar az olacağıdır. Ücret, zamana göre ve parça başına göre ödenir. Elbette kapitalistler çeşitli durumlarda bu tanımların dışına çıkabilir. Ama temel olan bu iki şekildir. Parça başı ücret kapitalist için daha yararlıdır. Çünkü burada, parçaların kalitelerini kontrol edip orta ve üstün kalitelileri tercih etme olanağı olduğu gibi işçiyi de daha verimli çalışıp daha fazla üretmeye zorlar. Tabi ki bütün işçilerin verimlilikleri arttıkça da işveren parça başı fiyatı aşağıya çekerek karını daha da arttırmaktadır.


Sol Politik - Editörü

Devam et...

Levon Ekmekçiyan; Halkımı, vatanımı ve tarihimi, anamı sevdiğim kadar sevdim

0 yorum
32 yıllık bir suskunluğun ardından Levon Ekmekçiyan ile aynı dönemde aynı hapishanede birbirine yakın hücrelerde kalan Şanlıbey Alabay adlı devrimcinin onunla yaşadıklarına dair anlatımlarını yayınlıyoruz…





ERMENİ DEVRİMCİ LEVON EKMEKÇİYAN’IN ANISINA SAYGIYLA

Ülkemizde sokakların Yemen türküsüne dönüştüğü, bir tek ceylanın su başına inemediği bir suskunlukta… çok çok uzaklarda bir-iki çoban ateşi görülüyorsa da, halkların çiçekleri faşizmin ayakları altında çiğneniyordu. Kendilerini güçlü sanan insan korkuluğu beş general ülke yönetimine el koymuştu. Zulümler boy boy yağıyor, zindanlar ‘başka bir dünyanın var olduğuna inanan’ insanlarla doluptaşıyordu.

Sesimize ses vermiyordu lâkin taş duvarlar !..

İşte tam da bu noktada, iki Ermeni yiğit her şeye hakim olduklarını sanan cunta yönetimine karşı “Faşizmin ayakları altında ezilen, işgal edilmiş bu topraklar bizim de anavatanımızdır, bizim de baba yurdumuzdur, bu döngüyü kırmalıyız” diyerek sesimize ses katmıştı.

Ankara Esenboğa havaalanı askeri eyleminin etkisi ve sonuçları o kadar büyüktü ki, 50 No’lu hücrede ellerim bağlı olduğu halde, yapılandan haberimiz olmasın kaygısıyla günlerce gazete verilmemişti.

Eylemi, sadece kendi imkânlarımızla, mahpusane askerlerinden öğrenmiştik. Onlar, askeri eylemi gerçekleştirenlerden faşizme ağır yaralı olarak tutsak düşen Levon Ekmekçiyan ölmeyip yaşaması halinde yanımıza getirileceğini söylüyorlardı. Ve öyle de oldu… birgün, bir bölük asker ve subay tarafından itile-kalkıla getirilerek, 34 No’lu hücreye konan oydu.

Üstü açık, lambası sadece dışardan açılıp-kapanan, tek ranzalı ve çaputtan bir yatağı olan bu hücreye idam edilecekler konuluyordu. Anladık ki, Levon için ölüm kararı daha en başından verilmişti !…

Mahpusaneye getirildiği o günden, idam sephasına çıktığı güne kadar, hastahane, mahkeme, emniyete götürüldüğümüzde ve havalandırmaya çıktığımız hergün onun hücresinin önünden geçiyorduk.

Bugün, o günlerden 32 küsür yıl sonra geriye dönerek baktığımda, kendi Ermeni kimliğiyle, bir hücrede, tek başına olmanın ne kadar zor olduğunu çok daha iyi anlıyorum. Ermeni olmanın zaten sırf hakarete layık suç sayıldığı bir yerde, psikolojik ve her türlü fiziki işkence edilirken, Levon’u düşünmek çok zor ve zor olduğu kadar da yürekli olmayı gerektiren bir şeydi !..

Devletin koyduğu hiç bir kuralı kabul etmememe rağmen, benim, bizlerin çektiğinin kat be katını Levon’un da çektiğinden hiç kuşku duymuyorum. Kafayı bulmuş subayından tut, canı sıkkın bir nöbetçi gardiyan, kendi ırkçı duygularını tatmin etmek için Levon’u hedef alıyor, kapısını dövüyor, NEFRET DUYGULARINI ona döküyor, hırslarını Levon’dan alıyorlardı. Her seferinde iki asker koltuğuna girmiş halde hücresine getiriliyordu.

Kendisine ‘muhalif devrimciyim’ diyen sol cenahtan birçok örgüt üyesi, Levon’un kendi ulusal davası ve inandığı değerler için ortaya koyduğu ‘mangal gibi yürek isteyen’ tavrını görmezden gelip, Ermeni ulusuna karşı varolagelmiş ve şimdi de süregelen nefret suçunun birer ortakları, İttihad ve Terakki’nin mirasçı torunları olduklarını belli ediyorlardı. Bundan dolayı da Ermeni devrimci Levon’dan nefret ediyorlardı. Bugün bile onu devrimci görmeyen zihniyetin temsilcileri, Mamak’ta düşmana kolayca teslim olmuş ve bu suçlarını sırtlayagelip, şimdiye kadar da taşıyanlardır aslında!

Bugün de, aynı dedeleri gibi İttihad ve Terakki geleneğinden gelen bu solun yandaşları, yanı başlarındaki Kürtleri de farkedip göremeyen, 1915 Ermeni soykırımını görmezden gelen anlayışın asıl mirasçılarıdır.

Onların bu tavrının nedeni ise, “Levon’un ağzından yazılmış” 10 sayfalık bir öğüt ve pişmanlık dilekçesinin mahpusane tutuklularına sunulmasıydı (!) Acaip olan, “kim tarafından yazıldığı belli olmayan” bu metnin bizlere günde iki saat “Bir teröristin pişmanlığı” adı altında zorunlu bir ders olarak okutulmasıydı.

Ben, Levon arkadaşın hücresinden 14 hücre ötedeydim, ama altı ay boyunca onunla defalarca karşılaştım ve imkânsız denecek kadar zor olsa da, dost olan dedelerimizin iki çocuğu olarak onunla konuşmaya çalıştım. Bu teşebbüsüm nedeniyle defalarca ağır hakaretlere uğrayıp, insafsızca dövüldüm, ancak birçok kez ağır cezalara mazur kaldıktan da çok sonra, önemli bir tarihe tanıklık ettiğimi anladım. Bu da benim ve Levon’un çektiği acıların üstesinden gelerek, hiç ama hiç pişmanlık duymadığımızın resmiydi.

Bir gün, el yazılarımla ilgili olarak davamın görüldüğü mahkeme tarafından çağrılmıştım. Beklemede, benden başka duvara dönük biri daha vardı ve o gün ikimizi birlikte kelepçeyip ring aracına bindirdiler. Kelepçe ortağım, yoldaşım Levon Ekmekçiyan’dı. O gün, farkında olmadan belki de bir tarihe tanıklık ediyordum. Hal-hatır sorduk birbirimize.. Nereli olduğunu sordum. O, iri siyah gözlerini bana dikerek “Adanalıyık” dedi. Ben de Karslı ve dede dostu olduğumuzu söyledim. Elimi sıkıca sıktı ve bana Ani’yi sordu. Safça, davasının ne aşamada olduğunu sordum. Gözlerini yüzüme dikerek “Bunlar beni asacaklar arkadaş, niyetleri bu!” dedi. Ben de ona saf-saf uluslararası ilişkilerden, bu cezanın ertelenebileceğinden vs. bahsettim. Beni dinledikten sonra, kendi tarihine sahip çıkma bilinciyle şunları söyledi: “Şanlıbey, olur da yaşarsan ve birgün sana beni soran olursa, onlara benim yaşadıklarımı, bana verdiğin selamın insani değerini ve anamı, bacımı ne kadar sevdim ve seviyorsam, halkımı, vatanımı ve tarihimi de o kadar sevdiğimi söyle soranlara !… Zaten bunun için buradayım ve İDAMI bekliyorum !..”

Aramızda uzun, bir tarih kadar uzun bir sessizlik oldu. Kısık bir sesle “Söz Levon, yaşarsam halkına ve akrabalarına seni, seninle yaşadıklarımı anlatacağım” dedim, usulca ellerimi tutarak gözlerime baktı. Aslında bu, yüz yüze konuştuğumuz ikinci görüşmemizdi.

İlk görüşmemiz doktor kontrolü için revire götürüldüğümüz gündü. Betona oturmuş, başımız önümüze eğik, duvara bakar durumdayken, gözaltından yanıma baktığımda hemen yanımdakinin Levon olduğunu farkettim ve nöbetçi duymasın diye kısık sesle hal-hatır sorduktan sonra, “Aileden bir dede dostu olarak, kendisine çok kızgın olduğumu” söyleyerek, aklımdaki soruyu ona bir solukta sordum. “Sana çok kızgınız, bunca büyük bir şehir gerilla eylemine imza atmış biriyken, neden bizlere okutulan böyle bir pişmanlık dilekçesi yazdın, bu yüzden sana selam bile vermek istemiyoruz” dedim. Sözümü hiç kesmeden beni sabırla dinledi, ama tam o esnada onunla konuştuğumu farkeden nöbetçi hırsla yanımıza gelip konuştuğumuzu gördüğünü söyleyerek “açın ellerinizi” dedi, o zamana kadar ellerimi faşizmin askerlerine hiç uzatmamıştım, ama o anda ‘olur da uzatmasam onun subayını çağıracağını ve Levon’un yanıtını duyamayacağımı’ düşünerek, Levon’a göz kırpıp öne geçtim ve ellerimi askere uzattım. Her elimize 9’ar cop vurdu… ellerimiz kara tarla hagosu gibi şişse de, yere oturmamızdan sonra Levon’un yanıtını dinledim. “Arkadaş, ben ne doğru-dürüst Türkçe, ne de okuma-yazmayı bilirim. Onlar kendi yazdıklarını sizlere okutuyorlar demek” dedi. Ondan özür diledim ve bunu arkadaşlarıma söyleyeceğimi söyledim, dağlar onun olmuştu.

Bunu kim anlayabilir ki şimdi ?!..

Revirden 50 No’lu hücreme dönünce, Raşit Batan ve Ali Alfatlı arkadaşlara Levon’un söylediklerini anlattım. Onlar da bunu Dev-Yol davasından tutuklu olanlarla tartışıp, konuştular. Ali arkadaş hatta, ona hak vererek, diğerlerine “bu ülkede Ermeni olmanın ne kadar zor olduğunu” anlatmıştı. Her havalandırmaya, mahkeme, emniyet, revir ve benzeri yerlere gittiğimizde, onun 34 No’lu hücresinin önünde bekletilir, orada aranır-taranır, orada kelepçelenirdik. Hiç ama hiç kimseyle görüştürülmeyen Levon bizleri görür görmez, iki eliyle hemen hücresinin demir parmaklıklarına sarılarak, sanki o uzak, yasaklı ülkesinden ona haber getirmişiz gibi, gülecen gözlerle bizlere gülümser, başıyla selam verirdi. Bugün de iyi biliyorum ki, ben ne zaman oraya gelsem, sırf bana selam vermek ve benden selam alma hali, hem onun, hem de benim için bulunmaz bir değerdi. Şimdi bu anlattıklarımı herkesin anlayacağını da sanmıyorum zaten. Bu, sadece insan olma bilinciyle ve yürek-yüreğe yaşanan bir değerdir. Sonucu hep dayak ve falakaya yatırılmak da olsa, ona her seferinde, inadına selam verdim. O da her seferinde selamımı alıp, onaylayıp, gülen gözleriyle karşılık verdi hep. Birgün de bana “Bana her selam verdiğinde, hep dayak yiyorsun” demişti de, ona “olsun, sana selam vermek, tarihsel bir komşuluktan geldiği gibi, bir yoldaş selamıdır da” dediydim.

Levon’un her selamını 50 No’lu hücreme taşıyarak, dedemin bana Ermenice öğretmeye çalıştığı çocukluğuma gittim ve ondan dinleyerek büyüdüğüm güzelim hikâyeleri anımsayarak, aynı duyguları yeniden yaşadım.

O’nun hücresinin üstü açık, lambasının yakılması ve traş jileti dahi, dışarıdaki askerin iznine bağlıydı. İzin alsa bile, onun başkalarıyla konuşması yasaktı. O, daha mahkeme kararı olmaksızın idama mahkûmdu ve bunu herkes biliyordu zaten.

Levon’un idam kararının Danışma Meclisi’nde onaylandığı gün, onunla ilgili gazetelerde çıkan haberler bize ulaşmasın diye bizlere gazete verilmesi yasaklanmıştı yine. Ama biz durumu anlamıştık ve benle Raşit arkadaş onu darağacına götürdüklerine tanık olalım diye nöbet tutuyorduk. O kahrolası gece, Raşit beni hızla sarsarak uyandırdı ve “Kalk, Levon’u götürüyorlar” dedi. Sessizce hücre kapısına kulak koyup, uzaktan gelen sesleri dinlemeye çalıştık. O meşhur işkenceci, Mamak cezaevi müdürü Raci Tetik ve eşliğinde bir bölük askerle istihbaratçı Tuna Yüzbaşı gelip, Levon’un hücresini usulca açarak, onu neredeyse bir baba şefkatıyla uyandırdılar.

Aralarında şöyle konuşmalar geçti; Levon – Hayırdır, gece gece geldiniz, dedi.

Raci – Yetkililer seni çağırıyor Levon, görüşeceklermiş, diye cevapladı.

Gece karanlığının olanca sessizliği çökmüştü ortalığa…

Levon – Biliyorum, beni asmaya götürüyorsunuz komutan, elbiselerimi giyeyim bari, bir de bacım ve aileme yazdığım mektuplarım var, onları yanıma alayım diyerek, bir yandan giyinerek, mektuplarını bulmaya çalışır.

O’nun yavaş yavaş giyindiğini Raci celladının “Haydi, çabuk ol, yetkililer bekliyor” deyişinden anladık. On-onbeş dakika sürdü Levon’un hazırlığı ve son sözünde “Biliyorum, sonuna geldik, sizin devletiniz asacak beni, pişmanlık duymuyorum, bu mektubumu bacıma, aileme verin!” dedi. Aralarında başka konuşmalar da geçse de, onun ayaklarıyla, ellerine vurulan zincir şakırtılarından ne söylendiğini iyice duyamadık. Bunun akabinde istihbaratçı subayın, Ermeni devrimci Levon Ekmekçiyan’ın ölüm sehpasına doğru teredüt etmeden yürüyüşüne eşlik ettiğini farkettik. Altı aydan beri idamını bekleyen Levon ölüme yürüyüp, bizleri öksüz bıraktığında, artık kime selam vereceğimi bilemez durumdaydım.”

Ocak, 2015  

westernarmeniatv.com / Şanlıbey Alabay


Devam et...

Ermeni soykırımında karadeniz’e çuvallarla atılan insanlık

0 yorum



Bugün Ermeni soykırımının tarihsel nedenlerini daha iyi anlayabilmek için Osmanlı İmparatorluğu’nda 1876 yılında II. Abdülhamid tarafından ilan edilen anayasal yönetim olan 1. Meşrutiyet dönemine gitmek gerekir. 1876’dan 1923 yıllarına kadar yaşanan süreçte Ermeni, Süryani ve Rumlar soykırımına uğratılmıştır, yok edilen sürgün edilen bu halkların ardından tek ulus, tek din temeli üzerinde yeni bir devlet inşa edilmiştir.

Bu soykırım, 1915’e, 24 Nisan’a sığdırılacak bir soykırım değil. 1876 ile 1923 yılları arasında Osmanlı vatandaşı olarak bilinen 4.5 milyon Hristiyan hayatlarını kaybetti, binlerce yıldır yaşadıkları topraklarından sürgün edildi.

Bu sürecin başlangıç dönemi olan 1876 dönemi, Osmanlı’nın Batılı devletlerce hasta adam ilan edildiği ve Osmanlı feodalizminin artık sonlandırılması gerektiği fikirlerinin özellikle Osmanlı içerisinde Jön Türk diye bildiğimiz hareketle başlayan bir süreçtir. 1 Meşrutiyetin ilan edilmesiyle birlikte Abdülhamid tahta çıkarıldı, parlamento açıldı ve ilk kez Anayasa yürürlüğe girdi. Bu aslında bir burjuva devletin olmazsa olmaz temel taşlarından birisiydi. Ancak bu gündeme getirilirken bir parantez içerisinde padişahın parlamentoyu kapatılabileceği, Anayasayı fesh edebileceği bir madde eklendiğinden çok kısa bir süre sonra bir ay gibi bir süre sonra Abdülhamid, parlamentoyu kapattı, Anayasa’yı kaldırdı ve özellikle Süryani ve Ermenilere yönelik 1894’te Trabzon merkezli başlayan, tarihte Sason Katliamı olarak bilinen ciddi bir katliam sürecine yöneldi. Bu katliamlar sürecinde 300 binin üzerinde Ermeni ve Süryani hayatını kaybetti.

Fakat modernleşmeye çalışan Osmanlı devletinin altyapısı buna uygun olmadığından 33 yıllık bir istibdat dönemi yaşandı. Bir taraftan feodalizmin tasfiye edileceği bir burjuva iktidarın ya da modern bir devletin kurulması düşüncesiyle gündeme gelen parlamento ve Anayasanın dışında tabi ki sermaye birikimi, sermayeyi oluşturan burjuva sınıfların niteliği önemliydi. Burada hedeflenen bir tek etnik kimliğe, tek bir dini kimliğe hatta mezhebe dayalı bir devlet yapılanması ve burjuva kesimin oluşturulmasıydı.

Ancak Osmanlı içerisinde ticaretle uğraşan, burjuva olmaya aday olan kesimler, hepimizin bildiği üzere Ermeni, Süryani ve Rumlardı, Müslümanlar değildi. Dolayısıyla bu proje aslında bir biçimiyle de 1876’dan itibaren sermayenin Müslümanlaştırılması projesiydi. 1908’deki ikinci müdahale yani 2. Meşrutiyetin ilanı daha sonra İttihat ve Terakki kadrolarını oluşturacak olan Jön Türk hareketinin içerisindeki önemli darbeciler tarafından düzenlendi. Fakat 1908 bir burjuva devrimi özelliği de taşıyordu kendi içinde. Anayasa ve parlamento kalıcı bir şekilde gündeme gelmişti. Kentlerin modernleşmesi adına adımlar atılmıştı, İstanbul ve Selanik’te şehir sokaklarının ışıklandırılması gibi…

1908 büyük bir coşkuyla karşılandı aslında Osmanlı’nın geride kalan topraklarında. Ermeniler, Rumlar da 1908’i bir bayram olarak karşıladılar. Toplumda Müslümanların ve Hristiyanların bir arada yaşayabilecekleri umudu oluştu. Fakat bu da çok uzun sürmedi. 1909’da Kilikya diye bilinen bölgede yeni bir katliam süreci başladı. Bugünkü Adana ve civarında yaşanan bu katliamda binlerce Ermeni ve Süryani’nin yanı sıra 200 civarında Rum da bu katliamdan payını aldı, katledildi. Adana katliamı diye bilinen bu süreçte de 30 binin üzerinde insan vahşice öldürüldü.

1909’dan sonra Osmanlı coğrafyasında dengeler gittikçe değişmeye başladı. Almanlarla yürütülen ilişkiler de çok uç noktalara çıktı. Almanya’nın da soykırımı sürecinde çok önemli bir rolü oldu. Osmanlı’nın 1914’te başlayan 1. Dünya Savaşı’na Almanya’nın yanında katılmasıyla birlikte Alman komutanlar Genelkurmay düzeyinde Osmanlı ordusunda yer aldı.  Savaş içerisinde bütün önemli komutanlıklar Almanların kontrolündeydi. Almanlar da özellikle Hristiyanların bu topraklardan temizlenmesi gerektiği fikrini sık sık dile getirdiler.

1914 ile birlikte yani Osmanlı 1. Dünya  Savaşına Almanlar ile birlikte katıldıktan sonra Ermeni ve Süryanilere yönelik düşmanlarla işbirliği yapıyorlardı gerekçesine sığınarak çok kısa bir süre içerisinde 2 milyonun hayatını kaybetmesine sebep olacak bir soykırımına başladılar.

Ermenilerin genel olarak büyük felaket diye adlandırdıkları 24 Nisan 1915 günü, tüm sürecin bir sembol günüdür aslında. 24 Nisan süreci, İstanbul Haydarpaşa’dan bir sabah trene bindirilen bilim insanları, aydınlar, gazeteciler, sanatçılardan oluşan 600 kişi bir ölüm yolculuğuna çıkarıldı.

Batı Ermenistan topraklarında tek bir Ermeni kalmamacasına ve daha güneydeki coğrafyada tek bir Süryani kalmamacasına 1.5 milyon Ermeni, 300 binin üzerinde de Süryani kadın, erkek, çocuk, yaşlı demeden katledildi. Kalabilenler ise kimliklerini gizleyerek o coğrafyada yaşama mücadelesi verdiler.

Karadeniz2de de yaşananlar, pek farklı değildi. 1895’te Ermenilere yönelik ilk katliam adımları Trabzon’da atılmıştı. İstanbul’da görevli altı büyükelçinin ortak hazırladığı ve P.F. Charmetant tarafından hazırlanan bu raporda 1894-96 yılları arasında yaşanan katliamlarda Karadeniz kentleri şöyle anlatılır[1]:

TRABZON: (8 Ekim 1895) Öğlene doğru şehrin her tarafında birden bire kargaşa başlar ve her taraftan silah sesleri yükselir. Konsolosların araştırmaları, şehrin Ermenileri tarafından herhangi bir tahrik olmadığını göstermektedir. Bir borazan sesi ile verilen işaret üzerine olaylar hemen başlamıştır. O işaret verilinceye kadar şehir sakindir. Öğleden sonra üçe kadar süren yağma ve katliam o saatte verilen öncekine benzer bir işaretle aniden durmuştur. Saat üçe kadar sokaklarda yakalanan Ermenilerin hepsi katledilmiştir. Katiller Ermeni mağazalarına da girip satıcıları öldürdükten sonra malları yağmalamışlardır. Dikkat çeken bir husus yabancıların ikametgâhlarına dokunulmadığıdır. Bu da her şeyin önceden verilen emirlerle yürütüldüğünü göstermektedir. Katliamdan kaçabilen 150 kişi Rus konsolosluğuna sığınmıştır. Şehirdeki öteki konsoloslukların hepsi katiller tarafından kovalanan sığınmacıları kabul etmiştir. Halkın ve yetkililerin tutumu: Borazanla, verilen işaret üzerine rıhtımdaki Lazlar silahlarını almak için kayıklarına koşarlar. Birçok yerde askerlerin de yağmalara katıldığı, yağmacı katillere yardım ettiğine tanık olunmuştur. Üst rütbeli subayların yağma malları arabalara yükleyip evlerine götürdükleri görülmüştür.

GÜMÜŞHANE: Müslümanlar Gümüşhane çevresindeki yerleşim yerleri ve köylerdeki Ermenileri katlediyorlar. Katliama başlamadan önce meydana topladıkları Hıristiyanlardan Ermenileri ayırarak ayrı bir sıra yapıyorlar. Kurbanlarını böylelikle önceden ve ötekilerle karıştırmadan belirlemişlerdir. Bu kargaşada birkaç Rum da hayatını kaybeder. Dikkat edilirse güvenlik güçleri ortada yoktur. Ortada olanlar da Trabzon ve Samsun’da olduğu gibi olayların bizzat failleridir. Çarşambaya bağlı Ağca Güney’de o bölgeyi çetelere karşı korumakla görevlendirilen redifler aksini yaparak Ermeni evlerini kendileri talan ediyor. Kiliseyi soyduktan sonra bağladıkları papazın önünde kutsal dini objelere saygısızlık ve hakaretler ediyorlar. Çaresiz papaza ve cemaatine, İslam’a geçmezlerse tüm Ermenilere de aynı şeyleri yapacaklarını söylüyorlar… Kayıkçıoğlu çetesi Kabaceviz köyünü basıyor, birkaç Ermeni köylü öldürülüyor. Kalanlar kırsal alanlara sığınıyor.

AMASYA: Müslümanların Ermenilere saldırmasıyla değirmen, ev ve dükkânlar yağmalanıyor. Hıristiyanlar rastgele katlediyorlar. Konsolosların verdikleri bilgilere göre ölü sayısı 1000 kişidir. Resmi rakamlar ise sadece 80 kişinin öldüğünü söylüyor. Yeşilırmak’ın cesetlerle dolu olduğu görülmüştür.

Merzifon, Müslüman bir güruh Hıristiyanlara saldırıyor. Öldürülen Ermeni sayısı 150. Yaralı sayısı ise 500’dür. 400 ev ve dükkân yağmalanıyor. Katiller, öldürülenlerin üzerindeki giysileri bile alıp götürüyorlar. Cesetler gömülmeden çırılçıplak yollara atılıyorlar… Yağma ve katliamlara askerler de katılmıştır. Kaymakam, Cizvit din adamlarını olayların Ermenilerin tahriki ile meydana geldiğine dair beyanatı imzalamaya zorluyor.

Sadece bununla da bitmez tabi. Karadeniz»de 1915 süreci de aynı vahşilikte yaşanacak, binlerce Ermeniler katledilecektir.

Trabzon Vilayetinde Ermeni soykırımının en büyük suçlularından ve katliamları organize eden kişi Vali Cemal Azmi»dir. Aynı zamanda Teşkilatı Mahsusa»da da görevli Cemal Azmi, 1915’te Trabzon’daki Ermenileri öldürtmekle kalmamış, aynı zamanda çevre illerdeki yerel yöneticileri de Ermenileri katletmeleri için organize etmişti.

1.Dünya Savaşı başladığında Cemal Azmi Bey, mahkum, tutuklu ve firarilerden oluşan 800 kişilik bir birlik kurar. Dağlarda bulunan eşkıyaların affedilip çeteci olarak işe alınmasını da içeren bu birlik Ermeni soykırımında da büyük oynayacaktır.

Kasım 1914’te Rus gemilerinin Trabzon»u top ateşine tutmaları kentteki Hristiyan halk ve özellikle de Ermeniler aleyhine bir kampanyaya dönüştü. 1915 yılının ilk aylarında ev baskınları ve tutuklamalar başladı.

19 Nisan 1915’te Trabzon merkez ve civarındaki tüm Ermeni köylerinde tüm evler basılır, silah araması yapılır. Ancak silah bulunamaması da İttihat ve Terakki yöneticilerini engellemeyecektir. Cemal Azmi’nin emri üzerine, Trabzon Ermenileri’nin aktif dini önderlerinden Gevorg Turyan katledilir.

24 Nisan 1915’teki ilk tehcir emrine paralel olarak da bu arada bölgelere İttihat Terakki Partisi sekreterleri eliyle ölüm emri yollandı. Parti, Bahaittin Şakir’e bağlı Teşkilat-ı Mahsusa birlikleriyle öldürme işini organize etti.

Talat Paşa’nın “istisnasız bütün Ermenilerin’ tehcirini emrettiği kararı doğrultusunda Trabzon’da sürgünler başlar. Öncelikle aralarında Taşnak mensuplarının, iş adamlarının ve öğretmenlerin olduğu 42 kişilik bir grup Samsun’a gönderilecekleri bahanesiyle, mavna cinsi teknelere bindirildikten sonra denizde boğularak öldürülürler. Kıyıya yüzerek hayatta kalmayı başaran, Trabzon’da lokantacılık yapan Vartan isimli Ermeni ise tanıklık edeceği korkusuyla Cemal Azmi’nin emri doğrultusunda kaldırıldığı hastanede zehirlenerek öldürülür.

Bu cinayetler, 11 Aralık 1918’de Meclis Mebusan oturumuda Trabzon mebusu Hafız Mehmet tarafından da dile getirilir. Oturumda söz alan Hafız Mehmet, Ordu’da Ermenilerin nasıl öldürüldüğünü şöyle anlatır[2]:

«…Hükümet, bu vazifesini ifade eylerken biraz tecavüzkârane ifayı vazife etti… bir Ermeni vakasını gördüm: Ordu kazasında bir kaymakam vardı. Ermenileri kayığa doldurarak Samsun»a göndermek bahanesiyle denize döktürdü. Vali Cemal Azmi»nin aynı muameleyi yaptığını işittim. Oraya kadar gidemedim. Ordu kazasından dönmeye mecbur oldum. Buraya gelir gelmez meşhudatımı Dahiliye Nazırı»na söyledim. O vakit müfettiş gönderdiler ve kaymakamı azl ettiler. Tahti mahkemeye aldılar. Fakat vali hakkında bir şey yaptıramadım.»

TRABZON VALİSİ CEMAL AZMİ BOĞMAYI TERCİH EDERDİ

Bununla da bitmez. Erivan Üniversitesi’nde Tarih Bölümü’nde Doçent olarak görev yapan Petros Hovhannisyan şöyle aktarır Karadeniz’de yaşanan katliamın ayrıntılarını[3]:

“13 Haziran tarihli tehcir yasasına (emri) göre, şehir ve vilayetin Ermenileri tehcire hazır olmalıydı. Sürülenler yanlarında sadece acil ihtiyaç maddeleri ile para bulundurma hakkına sahipti. Böylece 17 Haziran’da oluşturulan ilk kafile 18 Haziran sabah erkenden şehirden çıktı. Golgota başlandı. 6000 kişilik kafile kasabadan az uzaktaki deniz kıyısında durduruldu. 19 Haziran’da kafilede bulunan 14-60 yaş arası tüm erkekler gruptan çıkarılıp, elleri bağlı, 50-60 kişilik gruplar halinde, Kalafka deresi yatağından Canik dağına doğru götürüldüler. Yolda, Cevizlik köyü civarında hepsi hunharca katledildi. Kadın, çocuk ve ihtiyarlardan oluşan diğer grup ise Sırğanlı ovasına kadar yoluna devam etti, bu kafile de yörenin çeteleri tarafından zorla yolları kesilerek durduruldu. Güzel kızlar, gelinler ve genç erkekleri gruptan ayırarak aralarında paylaştılar. Erzincan’a ancak Trabzon’un birinci kafilesinden sağ olarak toplam 700 kişi ulaştı, bunların çoğu da yörenin Kamakh geçidinde kurban gitti. 20 Haziran günü her biri 500-600 kişilik gruplarla ikinci ve üçüncü kafileler Trabzon dışına çıkarıldı. Bunlar hepsinin akibeti de ilk kafilenin akibeti gibi oldu, katledildiler. Birçokları Cevizlik diye adlandırılan bir yerde kurban gitti: Parçalanmış bedenleri Değirmen Dere nehrine atıldılar. Tehcirin ilk günlerinde farklı gerekçelerle kurtarılmış birçok tanınmış ve zengin Ermeni, haziran ayı sonlarında Karadeniz’in karanlık sularında boğduruldu, ayrıca 60’tan fazla hamile kadın canlı canlı denize atıldı. Bir şeyin altını önemle çizerek belirtmek gerekirse, Cemal Azmi Trabzon Ermenileri’ni yollarda öldürmekten daha çok denizde boğmaya tercih ederdi. Çünkü yollarda öldürmeleri halinde cesetlerini gömmeye ihtiyaç duyulacaktı. Özellikle, Trabzon’lu 600 Ermeni çocuğunun toplu halde imhası korkunç ürperticiydi. Rumların Metropolitliği, kimi sebeplerden tehcirden kurtarılabilmiş 600 yetim çocuğu toplayıp, onları yetimhanelere yerleştirmek istedi. İlgili makamlar önce razı oldular, ama daha sonra temmuz ayı ortalarında Türk askerleri, çocukları Rum velilerinin ellerinden zorla alıp, sahil kıyısına götürdüler. Askerler onları burada gemici Bayraktar Oğlu Rahman’a teslim ettiler. Aldıkları emirle denize açılan gemiciler, çocukları birer birer çuvallara doldurup, ağızlarını sıkıca bağladı ve karadan epeyce uzaklaştıktan sonra körpe bedenleri denizin karanlık sularına attılar. 600 çocuktan ancak 8 tanesi mucizevi bir şekilde kurtarıldı . Türk gemicilerine rüşvet verip Samsun’a kaçmak isteyen 500 Ermeni’nin kaderi de diğerlerinin akibetiyle aynı oldu. Trabzon’daki ABD konsolosu Crawford’un çabalarıyla kurtarılmış 450 genç Ermeni kızının akibetleri de tüyler ürperdiciydi. Türkler önce onları konsolosluğun elinden alıp sonra ırzlarına geçtiler ve Cemal Azmi’nin emriyle Müslümanlaşmaya zorlandılar. Kızların çoğu Müslümanlaşmayı istemediler, onların ellerinden kurtulmak için intihar ettiler.

1915 yılının sonlarında artık Trabzon şehir merkezi ve vilayetlerinde Ermeni kalmamıştı. Trabzon’daki İtalya Başkonsolosu P. Korini’nin Şubat 1916’da “Mesacero’ gazetesi muhabirine verdiği demeçte vurguladığı gibi, artık 1915 yılının sonlarında şehrin 14 bin Ermenisi’nden yalnız 100 kişi kalmıştı, diğerlerinin hepsi ‘ya Karadeniz’e, ya da Değirmen Dere nehrine atılmıştı.’ Nisan 1916 yılında Rus ordusunun Trabzon’a girdiği zaman burada, ancak 15 Ermeni kadın ve 500 yetim çocuk kalmıştı. Yaklaşık verilere göre, Trabzon ili ve civarındaki 70 bin Ermeni’den yalnız 2.800 kişi kurtarılıp, dünyanın değişik yerlerine göç ettirildi.”

DİRENEN ERMENİLER BİRÇOK KİŞİYİ KURTARDI

Hovhannisyan, Trabzon Ermenilerinin zaman zaman direniş ve çatışmalarla birçok kişinin hayatını kurtardığını da şöyle anlatır:

“20 Haziran’da valinin verdiği emirle hareket eden yandaşları 40 Ermeni erkeğini boğmak amacıyla denize götürecekleri zaman, Ermeniler, kendilerine refakat eden polislere saldırıp, onları saf dışı bırakırlar. Ermeniler, çok büyük ve ağır kayıplar vermesine rağmen bazıları kurtarılıp / kurtulup Rusya’ya geçmeyi başarır. Özellikle, Gurgen ile Paruyr Sargsyan kardeşlerin Cemal Azmi’yi öldürme girişimleri oldukça önemlidir. Suikast girişimleri her ne kadar başarısızlıkla sonuçlansa da, bu olay Trabzon’daki Ermenilerin kesime boynu bükük gitmediklerini ispatlamaktadır.

Gümüşhane ile Erzincan yolundaki Tekkaşe istasyonunda Türk jandarmalarıyla yaşanan boğuşma oldukça ilginçtir. 100 kadar Trabzonlu Ermeni erkeği tehcir esnasında, kendilerine refakat eden jandarmalara saldırarak, bunları saf dışı bırakır, mavzerleri de alarak dağlara çıkarlar. Sedrak Sargsyan ile Ervand Terteryan da direnişleriyle kahramanlık örneği sergilemişlerdir. Onlar, tehcir emrine asla boyun eğmeyip, evlerinin damlarında mevzilenirler, ateşe ateşle karşılık verirler, Türk asker ve jandarmalarına karşı dişe diş direnirler, ve düşmanlarına oldukça ağır kayıplar verdirirler. Son kurşunlarına kadar çarpışırlar, en son kurşunlarını da kendilerine sıkarak intihar ederler. Özellikle Trabzon yakınlarındaki Khne, Trme, Çar, Şampa dağlarını kendilerine mesken edinen 600’den fazla Trabzon Ermenisi’nin direniş muharebeleri unutulmamıştır. O çarpışmalara önderlik eden Zil Ohannes, Mikayel Zeytuncyan, Hakob Kehyan gibi yiğit insanlardı. 1915 yılı temmuz ve ekim ayları arasında topları ve makineli tüfekleriyle gelen düzenli Türk ordu birlikleri, Konka ormanlarında mevzilenmiş Ermeni yiğitlerini ezmeye ve imha etmeye çalışmış, ama bunda başarılı olamamış, ağır kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kalmıştır.”

Sonuçta 1916 yılında Rus birlikleri Trabzon’a geldiğinde kentte sadece 15 Ermeni kadın ve 500 yetim çocuk kalmıştı.

[1] Ermeni Katliamları Raporu, Haz. P.F. Charmetant, Çeviren Mehmet Baytimur, Peri Yayınları 2012

[2] Nevzat Onaran,  Osmanlı’da Ermeni ve Rum mallarının Türkleştirilmesi, Evrensel Basım Yayın.

[3] Yeni Özgür Politika, 24 Nisan 2008


Devrimci Karadeniz / Tamer Çlingir
Devam et...

2631 yıldır harlanan ateş: NEWROZ

0 yorum




Zalimin zulmüne karşı isyan meşrudur.

Zulme karşı isyan eden halka ‘isyan etmeyin’ demek, zalimin zulmüne ortak olmaktır.

Her canlı yaşamak ve yaşam alanını korumak için mücadele eder.

İnsan, eğer en temel haklarına yönelik saldırı varsa, isyan etmiyorsa orada köleleşme başlamıştır.

Tarih içerisinde yaşanan mücadeleler tüm dünyada biz bugünün insanlarına bunu öğretmiştir.

Nerde bir zulüm ve baskı varsa, buna karşı isyanlar, ayaklanmalar oluşur.

Ondandır ki, köleliğe karşı ayaklanma başlatan Spartaküs bugün Roma tarihinden daha büyük bir öneme sahiptir ezilenler açısından.

Bundan 2631 yıl önce zalimliğin tiranı Dehak’a karşı çekici havaya kaldıran Demirci Kawa, bu toprakların silinmeyecek tarihi ve direniş sembolüdür.

Zalimin kafasını emeğin ve alınterinin simgesi olan çekici ile parçalayan Demirci Kawa’nın yaktığı isyan ateşi, günümüze kadar yüzbinlerce ardılı olan Kawalar tarafından harlanarak bugüne gelmiştir.

Kawaların, zalim Dehaklara karşı mücadelesi bitmezken, Dehak’ın takipçileri de zalimliğini elden bırakmayarak 2631 yıldır bu topraklarda ve tüm dünyada zulümlerini sürdürüyorlar.

Onlar için Kawa’nın yaktığı ateş bir nefret imgesidir. Bundandır ki, Efrîn’e girdiklerinde ilk saldırdıkları şey Kawa’nın heykeli olmuştur.

Kawa’nın heykelini yıkarak, Kawa’nın yaktığı ve yüzbinlerce Kawa tarafından 2631 yıldır harlanan ateşi söndürecekleri gafletine düşmüşlerdir.

İnsanlık tarihinin simge olan isimlerinin heykelleri yıkılabilir, kitapları yakılabilir ancak onların yarattığı tarihsel bellek yıkılamaz. İşte Efrîn’de barbarca Demirci Kawa’nın heykeline saldıranlar o kadar karanlık bir zihinsel dünyaya sahip ki, bu tarihsel gerçeğin zerre kadar farkında değiller.

2631 yıl sonra bugünden geçmişe baktığımızda, zalim Dehak’a karşı Kawa’nın salladığı çekiç ve dağlarda yaktığı ateş harlanarak yanmaya devam ediyor.

Bugünün zalim Dehakları, bugünün çağdaş Kawalarına saldırmayı sürdürüyor. 2631 yıllık geçmiş ise, bize Dehakların yenileceğini Demirci Kawa’nın yaktığı ateşin sönmeyeceği çok açık bir şekilde gösteriyor.

Zalime karşı direniş ve isyan meşrudur. NEWROZ PİROZ BÊ.

Yazarın diğer yazıları:

Tecrit ve açlık
HDP’nin eş başkan adayları ve halkı temsil etmek
Gerçekten de ‘dünya bizi kıskanıyor’ mu?
‘Silahlanın’ diyenlerle aynı gemide olmak
‘Adamlara’ karşı ‘kadın’ın insanlık mücadelesi
IŞİD biterken Kobanê’yi hatırlamak
Bedelini biliyoruz: Patlıcan yaşatır, mermi öldürür
6 yıl önce Erdoğan’ın dilinde “Kürdistan”
İktidar sağır, Güven ve arkadaşları bize sesleniyor

Gazete Karınca /  İbrahim Aslan
Devam et...

Sömürgeci klikler arası kavga ve hedefte olanlar! - Devrim Temizler!

0 yorum

Görsel materyal www.devrimtemizler.net'e aittir.



Sömürgeci tekelci TC sermayesinin kendi içindeki kliklerin iktidarda kavgası, sömürgeleştirilmiş adamızın kuzeyinde de sürdüyor!

TC’nin alt yönetimi altında olan ülkemizin kuzeyinde polis de, diğer silahlı silahsız güçler gibi sömürgeci TC’nin polisidir ve onun emrindedir!

Yerli işbirlikçi sömürge memurlarından işgalci sömürgeci sermaye ve devletini göremeyen, görmeyen, örten, gizleyenler bunu yapmakla sadece sömürgeciye yaranabilirler!

Kendilerine gereksinim olmayınca ise çöpe atılacaklardır!

Sömürgeci tekelci TC sermayesinin kendi içindeki kliklerin iktidarda kavgası, sömürgeleştirilmiş adamızın kuzeyinde de sürdüyor!

Dün birlikte olduklarını iktidarlarına, pazarlarına, sömürülerine rakip/ ortak gördükleri anda nasıl harcadıklarını hepbirlikte görüyoruz!

TC sömürge yönetiminin silahlı güçleri, ordusu ve polisi içerisindeki “FETÖ” vb. hesablaşması ile sömürgedeki ilerici, demokrat ve devrimcilere, Kürdistan ve Kürt halkının özgürlük mücadelesini savunanlara yönelik saldırılarını baskılarını ayni kefeye koymayalım.

Ülkemizin kuzeyindeki sömürgeci ve işbirlikçilerini iyi tanıyalım!

devrimtemizler.net / Devrim Komünist Birlik
Devam et...

19 Mart 2019 Salı

Türkiye’de sandık devri bitti

0 yorum

“Ana muhalefet” Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), tek adam rejiminin bir şekilde temel ayağıdır. CHP tabanındaki iktidara yönelik şiddetli tepkinin, Kılıçdaroğlu’nun yönettiği bir mekanizma tarafından etkisizleştirildiğini herkes görüyor. Kanunun “gerçersiz” saydığı oyları “geçerli” ilan eden Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK) kararıyla ve kırk türlü seçim hilesiyle açıklanan referandum sonucuna karşı dünyanın en meşru muhtemel bir toplumsal hareketi, genel merkez binası önünde hırsından ağlayan CHP kitlesine rağmen bizzat Kılıçdaroğlu tarafından engellendi. Sonra da utanmadan gazetecilere “hükümet niye bize kızıyor ki bu yürüyüşle milletin gazını alıyoruz” diyen aynı Kılıçdaroğlu tarafından “Adalet Yürüşü”yle sönümlendi. Referandumda yüzde 50 oyu bulmamış gayri meşru bir anayasa metni CHP sayesinde yasallaştı.

Şu anda bu rejim sadece tarihsel, bilimsel, ahlaki vb. anlamda falan değil düpedüz basit aritmetik anlamda gayrı meşrudur. Bu anayasaya dayanan hiçbir şeyin meşruiyeti olamaz. 24 Haziran seçimi de bu anlamda sonucu baştan belli gayrı meşru bir seçimdi. Ancak içindeki boykot yanlısı güçlü seslere rağmen Kılıçdaroğlu, partiyi seçime soktu. Halkların Demokratik Partisi (HDP) bir bakıma mecburen seçime girdi. Gerçekte referandum sonucunun meşru olmadığını kabul eden bütün muhalefetin seçime katılmamasının tüm haklı ve mantıklı gerçekleri hazırdı. İşin gerçeği, o günlerde Fikret Başkaya’nın çok doğru olarak ifade ettiği gibi toplumun çoğunluğunu temsil eden muhalefet parlamentoyu terk edip onu gayrı meşru ilan edebilir, ayrı bir yerde meclisi toplayıp kendisini toplumun gerçek temsilcisi ilan edebilirdi. Ama tabi ki, bütün bunlar ucu ikili iktidara uzanan iddialı bir siyasi kafa gerektirirdi. CHP’de bunun zırnık kadar emaresi olmadığı için faşizm tarafından siyasal sistemde zaten kazınmak istenen, eş genel başkanları ve milletvekilleri tutuklanmış HDP açısından ağır bedellerle mevzi tutabildiği o arenada var olmaya devam etmek için direnmek kalan tek doğru yol oldu.

Bu rejim altında ve bu YSK’nın düzenleyebileceği her seçimin sonucu baştan belli olduğu halde muhalefet 24 Haziran seçimlerine de katıldı. Ertuğrul Kürkçü seçim sonuçlarını değerlendirdiği bir röportajda HDP’nin 24 Haziran seçimlerine katılmasının gerekçesi Express dergisine özetle şöyle anlatıyordu: “Referandumdaki hilelerden sonra bu gayrı meşru anayasa altında seçimlere katılmamızın bir tek gerekçesi olabilirdi. Mademki aynı hileler bu seçimde de tekrarlanacaktı, biz YSK’nın 16 Nisan referandum sonuçları karşısında yapamadığımızı yapmak için yani bu defa oyunu bozmak ve oylarımıza sahip çıkmak için seçimlere katılmalıydık.” Röportajcının “Peki, niye YSK’nın açıkladığı seçim sonuçları karşısında yine bir şey yapılmadı?” mealindeki sorusuna Kürkçü’nün cevabı herkesin bildiğini tekrarlamaktan öteye gitmiyor: “O gece Muharrem İnce ortadan kayboldu vs.” …  Doğru; Muharrem İnce 16 Nisan referandum hilesi karşısında Kılıçdaroğlu’nun tabanı dizginleyici tavrına derin tepki duyan CHP’li kitlelere “bu defa hileye fırsat vermeyeceğiz, o gece milyonlar Türkiye’deki bütün ilçe seçim kurulları, il seçim kurulları ve Yüksek Seçim Kurulu önünde toplansın, ben de önünde olacağım” demişti. Sonra da o gece sırra kadem basmıştı. İyi de tarihi değiştirebilecek böyle büyük bir sosyal-siyasal olayın gerçekleşmesi bir kıtıpiyos burjuva siyasetçisine mi kalmalıydı? Az buz bir rakam değil, %12-13 oy alan bir HDP’nin o gece ve ertesi günler için kendi hazırlıkları yok muydu? Demek ki yokmuş…

24 Haziran gecesi, “kitleler ve önderlik” konusunda unutulmaz tarihi bir derstir. Sözünü ettiğimiz röportajın devamında Ertuğrul Kürkçü, yeni seçilen parlamentoda kalıp kalmamayı kendi aralarında tartıştıklarını, HDP’nin parlamento dışı muhalefet yapmayı ön planda tutarak şimdilik mecliste kalacağını söylüyor.

Gerçeği kabul edelim, muhalefet referandum düzenbazlığı sonrasında meclisten çekil(e)meyerek tarihi bir fırsatı kaçırdı. O zamandan beri bu parlamentoda yer alarak ve 24 Haziran seçimlerine katılarak “gayrı meşru” ilan ettiği rejime meşruiyet şırınga etmektedir. Parlamenter muhalefet kendisini kapana kıstırmış gibidir. Gerçeği herkes kabul etmelidir. Türkiye’de sandık dönemi bitmiştir. Antifaşist muhalefet başka bir mücadele yolu geliştirmediği için sadece bu nedenle sandık demokrasisinin uzatmalarını oynamaktadır.

Protestocu seçmeni sandığa çekme gayretleri

31 Mart yerel seçimleri kopartılan onca yaygaranın aksine Türkiye tarihinin en önemsiz seçimleridir. Yaratacağı hiçbir anlamlı değişiklik olmayacaktır. Devrimci ve antifaşist muhalefet açısından sadece YSK’nın sonuçları tayin edemeyeceği beldeler ve muhtarlık seçimleri bir anlam taşıyabilir. Elbette kayyum belediyelerinin Kürt halkının direnişinin bir göstergesi olarak geri alınması da büyük önem taşıyor. Bu ülkede hiçbir yerel seçim bu defadaki gibi neredeyse altı ay önceden medya cazgırlığıyla vatandaşın gündemine sokulmadı.  Sandıktan soğumuş seçmeni, özellikle de gidip kendi partisine oy vermeyecek olan protestocu muhalif seçmeni sandığa ısındırmak için bin türlü şaklabanlık altı ay öncesinden başladı. Bu işte başı Erdoğan çekti. “İstanbul’u kaybedersek Türkiye’yi kaybederiz” diyerek protestocu CHP’li seçmen tabanın en fazla olduğu İstanbul’da onları gaza getirmeye çalıştı. Ardından Bahçeli sözümona kendi tabanına “aman üç büyük ili kaybetmeyelim yoksa Cumhurbaşkanlığı Sistemi çöker” diyerek aslında protestocu muhalif seçmene sandık heyecanı vermeye çalışıyordu. Aynı kervana diğer partilerde katıldılar. Başka zamanlarda seçimlerde en çok iki ay kala konuşulmaya başlanan başkan adaylarının isimleri daha ortada fol yok yumurta yokken altı ay öncesinden televizyonlarda her gün her saat özel programlarla konuşulur oldu. Sanki seçimi kaybedebilirlermiş ve kaybederlerse tek adam sistemi ortadan kalkabilirmiş gibi beyhude umutlar yayarak protestocu seçmen kitlelerini sandığa heveslendirmeye çalışıp durdular. Eh, başta Kılıçdaroğlu CHP’si olmak üzere muhalefet partilerinin yardımıyla bu konuda belli bir başarı elde ettiler. Oysa görünen köy kılavuz istemez. Görev süresi dolduğu halde yeniden atanan bu YSK ile yine son seçimlerin neticesinden esasta farklı bir sonuç elde edilemeyecektir.

Seçmende “bunlar sandıkta yenilseler bile yenildiklerini kabul etmeyecekler” kanaati yerleşmeye başlamıştır. CHP seçmenleri arasında ve sosyal medyada yayılan boykot çağrıları iktidarı son derece rahatsız etmektedir. Sadece iktidarı değil objektif olarak iktidara payanda olan düzen partilerini de rahatsız etmektedir. Sandığa güvensizlik besleyen herkesi hainlikle suçlamaktadır. Yeter ki vatandaş sandık devrinin bittiğini anlayıp başka yollara tevessül etmesin.

Tek adam rejimi için sandık hayati önemdedir çünkü elinde meşruiyet iddiasını dayandıracağı başka hiçbir araç yoktur. Ne yapıp edip dört yıl sonraki seçim dönemine kadar bir daha tekrarlanmayacak olan bu son seçimde, referandumda YSK’nın açıkladığına benzer bir sonucu elde etmek zorundadır. Kürdistan’da “gerekirse yine kayyum atarım” tehdidiyle Kürtleri sandığa gitmekten vazgeçirmeye çalışırken Türkiye tarafında aksine “beni devirme şansınız var” ümidi yayarak muhalif seçmeni sandığa heveslendirmeye çalışmaktadır. Çünkü toplumun çoğunluğunun bu yönetime rızası bitmiştir. Bırakalım rızayı, iktidara karşı dinmek bilmez bir öfke ve nefret duygusu içindedir.

Yüzde 50’yi aşkın bir kesimin bu dinmeyen nefrete rağmen gösterdiği uysal sessizlik ile tek adamın burnundan kıl aldırmayan kibirli tiranlığı arasında pamuk ipliğine bağlı çok hassas bir denge vardır. Şu andaki ağır baskıya dayalı mevcut iktidar son derece kırılgan bir durumu ifade etmektedir… Bir kere daha “burası Türkiye her an her şey olabilir” diyoruz.

* Bu yazı, Komün Dergi’nin 2. sayısında yayınlanacak olan Mustafa Berk imzalı yazının 31 Mart yerel seçimlerine dair olan bölümüdür.

Komün dergi/ Mustafa Berk
Devam et...
 

Bu Blogda Ara

Sol Politik - Copyright © 2012 - All Rights Reserved | Sol Düşün |Blogger TemplatesKontak Blogger